9 Kasım 2012 Cuma

Büyük bıyıklı Üstad

Nietzsche'nin ışığında ve önderliğinde aydınlanacak artık yolum.

(Bkz. masonluktan etkilenip de alegorik terimler kullanan kızın dramı)

Şaka bir yana Nietzsche hakkında okuduğum ufak bir yazı bile hayatımda bazı istemediğim şeylere nasıl şekil vereceğime yardımcı olmaya yetti.

(Hep hayatımızdaki kötü şeyleri düzeltmek için bir şeyler yaparız değil mi? Bir gün de biri çıkıp 'Ya şu işim bayaa bayaa iyi, dur ben bunu bir sorgulayayım' dememiştir. Bugün bir arkadaşımla bunun tartışmasına girdik ucundan, kendisi de bir demeç yazmış bunun hakkında, okuyorsan öpüldün.)

O zaman selamlar olsun sana Büyük Bıyıklı Üstad!

17 Eylül 2012 Pazartesi

Sakin - Laleler Beyaz


Şarkıyla şiir arasında yakından uzaktan bir ilişki vardır, ikisi de sonuna kadar sonsuz yoruma açıktır, fakat şarkı bir başkadır; arka fondaki ritmik melodi ayrı bir yolculuktur, seyahattir. 

Anlaşıldığı üzere efenim artık şarkılar da benden soruluyor, kendi çapımda. İlk seçtiğim parça da pek sevdiğim nadir yerli gruplardan Sakin'in "Laleler Beyaz" adlı şarkıları.

Laleler Beyaz, davul solosu önplanda bir başlangıçla kulaklarımızdan içeri girer, bir anda solistin sesi de ona eşlik etmeye başlar.

Kokumdasın ki güç bela sürünüp bulduğum...

İlk dinleyişde anlaşılmaz, alakasız kelimelerin yanyana geldiği şarkılara benzetilebilir sözleri (bkz Serdar Ortaç şarkıları) lakin öyle değildir. "Laleler Beyaz" güç bela kavuşulan bir aşkın hikayesidir. Öyle ki aşık adamımız sevdiceğinin bir varoluş sebebine yakından uzaktan alakası olsa mutlu olacak. Onun hayatına dokundurduğu en ufak, minik etkiyi kelimelere ritmik betimlemelerle işlemişler, bravo Sakin!

Bir gülümseten benim, bir daha daha söyler misin?

Tekrar et, ey yar, bir daha söyle sevdiğini! Tüm saf duyguların kaleme döküldüğü andır şu an. Bütün o özelliğin, tekliğin ve sevginin buluştuğu nokta olup çıkmış şarkı sözlerimiz. İkinci bravo Sakin!

Ama asıl bravo şimdiye geliyor:

Burnum omzunda...

aşk tesadüfleri seviyiii
Bu görüntüyü hayal edebiliyor musun? Aralarında 10 santim fark olan iki sevgili (tabii ki kız kısa) gülümseyerek çocuğun omzuna koyuyor.

Şu fotoğraftaki gibi, fakat gülümsüyorlar.

Sözlere dikkatinizi verdiğinizde çoğu yerli parçada ortaya çıkan görüntüden çok daha farklısını elde ediyorsunuz. Bu da o görüntülerden biri.

Söz durdu, artık sen ve ben ve uçsuz zamanım... 

Şarkıyı aşk çerçevesi içerisinde yeni başlayan bir ilişki olarak yordum, ve lalelerin beyaz açması da her şeyin oluruna girdiğini simgeliyor. DU kendi içimde.

Fakat klibi izlediken sonra fikirlerim biraz değişti. Her ne kadar tam olarak inanmasam da şöyle bir tablo çıkıyor ortaya.

Ana karakterimiz evinin içinde bile çevresinden kaçamıyor. Aynayı açtığında bakım ürünleri ona konuşuyor ( suratı maskeli adam). Yukarıdaki komşu. Televizyonu açtığında izlediği sadece ama sadece kendi boşluğu. Evi dolu, ulaşmak istediklerini elde etmek için beklemeye itiliyor hep. 

Bu nedenle klip ve sözler arasında biraz kopukluk buldum.

Her neyse, işte bu!
Son günlerin favorisi, Sakin!

14 Eylül 2012 Cuma

Boleyn Kızı - Philippa Gregory

Edebiyatın geçmişe olan ilgisi "Tarih - Araştırma" raflarında yer alırken, benim bildiğim "uzak" tarihin romanlara karıştığı ilk roman "Boleyn Kızı"dır. 800 kusur sayfalık bu "iki güzel hatun bir yakışıklı kral" temalı roman sonunda benim de elime geçti; filminin akabinde okuma lütfuna eriştim. 

iki hatun & yakışıklı kral
Edebiyat öğrencisi kimliğimle bütün bir dönem yarım yamalak okuduğum "ağır" eserlerden sonra şimdiye ait olmayan bir çağa yolculuk yapmak iyi fikirdi. Hele ki konusu beyazperdeye taşınmaya değer bulunmuş bir roman olması da cezbetmedi değil entrikasının yanında.

Saf, temiz, adeta İngiliz kanının temizliğini ve asilliğini temsil eden beyazlığıyla Mary Boleyn ve Mary'nin esmer, Fransız hayranı kötü karakterli Anne Boleyn'in sarı kızımız tarafından anlatılan "8. Henry" maceralarının romanı "The Other Boleyn Girl". Krala erkek evlat veremeyen kraliçenin sessizliğinden (asilliğinden) faydalanan Boleyn ve Howard ailesi, Henry'nin ilk dikkatini çeken Boleyn kızını, Mary'i, ona metres olarak sunar. Mary tüm anaçlığıyla Henry'yi çocuğu gibi sever, dertlerini dinler, ve ona biri erkek olmak üzere iki çocuk verir. Dedik ya, anaçlığıyla önplanda olan Mary, çocukları doğduktan sonra kralın bencil isteklerinden uzaklaşır, böylece saha boynundan incilere asılmış Boleyn'lerin "B"sini temsil eden kolye hiç eksik olmayan Anne'e kalır. Anne, kız kardeşi Mary gibi sıfatını "metres" olarak bırakmamaya kararlıdır. Onun gözü kraliçenin koltuğundadır ve adım adım da ulaşır.

Kitabı çoğumuz okumuşuzdur, okumadıysak da filmini seyretmişizdir. Bu nedenle konuyla fazla haşır neşir olmadan kendi çapımda gözlemlediğim konulara değineceğim.

"B" incili Anne Boleyn
İlk olarak, Mary'nin ağzından anlatılan hikayede Kraliçe'nin sessizliğine, göz yumuşlarına ve bunlara rağmen içten içe eridiğine çokça dokunulmuş. Klasik kadın davranışları. En azından bizim toplum için. "Erkeğin elinin kiridir annem, sende de suç var, öyle çocuklarınla ilgilenip erkek evlat vermezsen olacak olan budur." mantığını yıkmaya çalışsalar da başarılı olamamışlar. Kralın, bir erkeğin, uçkurunun peşinden sürüklenişi midemi bulandırdıkça bulandırdı. Öte yandan Mary'nin ve Kraliçe'nin her şeye "tamam, nerelisin kocam köylü" tavırları da sinirimi bozdukça bozdu. Bu noktada bahsetmek istediğim ikinci noktaya geçiyorum:

Saf Mary Boleyn
Othello'dan baya etkilendiğim bir konu olacak bu. Shakespeare'in itinayla işlediğimiz oyununda Iago, Othello'nun ayağını kaydırmakta bu nedenle "kötü adam" karakterine bürünmektedir. Lakin Iago'yu bütün bunları yapmaya iten hırsı ve mevkii isteğidir; günümüzde çoğumuzun istediği şey. Bunun Anne Boleyn'le olan alakası ise çok bariz. Anne de hepimizin istediği şeye ulaşmak istiyor; mevki ve söz sahibi bir kadın olmak. Hele ki o dönem için ne kadar önemli bir nokta bu! Ayrıca Anne'i benim gözümde bir kat daha iyi yapan nokta sadece bu değil. Krala siyasi meselelerde yardımcı olan, aile büyüklerine akıllar veren, okuyan, kültürlü, işini bilen, sorgulayan bir kadın Anne Boleyn. Yani olması gereken gibi bir insan. Anne'in aksine ise Mary sadık, sorgulamayan, okumayan, akıl yürütemeyip duygularına teslim olan bir kadın. Bu noktadan sonra size kalıyor karar vermek.

Çevirisini pek beğenmediğim Boleyn Kızı'nın yıldızına gelince;






Not: Filmde bu kadar güzeller ama gerçek suratlarını gördünüz. Anlamıyorum bu kralları.

Na bir içim su

21 Ağustos 2012 Salı

Charles Bukowski - Ekmek Arası

Yerlatı edebiyatının, yazının "klas adamlarından" nefret eden kült ismi Charles Bukowski.
Gençlik yıllarını, çocukluğunu ve aile hayatını kalme aldığı "Ekmek Arası" adlı biyografik romanında karşımıza yine "Henry Chinaski" olarak çıkıyor. Hank takma adıyla çevresinde tanınan bu kendini toplumdan dışlayan kahramanımız Bukowski'nin ta kendisi.

Roman Bukowski'nin tarzının dışına çıkmadan yazılmış. Kısa ve net cümleler. Berraklık akıcılık mevcut. Kendi tanımıyla "gerçekliği yazmak için kullanılan o uzuuun betimlemelerden" uzak, bunun yanı sıra araya serpiştirilen argo kelimeler o ağdalı edebiyattan koparmış kitabı, yerine savaş zamanı yoksul ailelerin gerçekte nasıl bir dil kullandıklarını ve ne biçimde yaşadıklarını gözler önüne sermiş.

Bukowski'nin sevdiğim yanlarından biri de bu zaten. Her kayıp olduğum döneme rast geldi okuduğum kitapları ve her seferinde de sorunun insanın kendisinde değil de karşısındakinde olduğunu gösterdi bana, karşısındakinin davranışları bireyin bakışını ve davranışlarını etkiliyor. Bu nedenledir ki Bukowski etrafında kendisine dayılananlara karşı bir siper edinip kendine "sert" bir imaj oluşturup onlardan uzaklaşıyor; babasının "banyo dayaklarından" ve üvey evlat muamelesinden ötürü nefret ediyor ondan.

Kadınlara olan özel ilgisine de değinmeden geçemem. Bukowski, ergenlik çağındaki hormon değişikliklerini bütün berraklığıyla kaleme dökmüş. Öyle ki çocukluk yıllarında tek sevdası "top" iken, ortaokul yıllarına gelince birden ilgi alanına kadınlar ve seks de giriyor. Lakin onlara sadece "vücut" olarak yaklaşıyor; duygusal bağlamda tek sevdiği insan, ergenliği yüzünden oluşan çıbanlarını tedavi eden hemşire.

Ekmek Arası, gelişmesi pek gözler önünde olmayan, sürüklemeyen ama meraklandıran bir roman. Hikayenin son bulduğu nokta bana ayrı bir önemli geldi: Çocukluğundan bu yana kavgaya, dövüşe "ispat" için meraklı olan Bukowski girdiği bir oyun salonunda küçük bir çocukla son parasını verip de "dövüş oyunu" oynar. Bana göre bu, Bukowski'nin kendi çocukluğunu terk ettiği, çocukluğunun onu hayatta alt ettiği noktadır çünkü oyunda hep küçük çocuk kazanır.

Bir Alman olarak Amerika'da Nazi zamanında yetişen Bukowski'nin bir psikolog gibi çocukluğuna indiği roman.

İyi okumalar efenim.

Ve yıldızıııım:

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Dublörün Dilemması - Murat Menteş

Bazı kitaplar vardır ki bitmesini hiç istemezsin... gibi gerçekler ve okuduğun ilk anda zırvalar vardır. Ama bazı kitaplar var ki, şu an bunu yazmak istemiyorum lakin, gerçekten de bitmesini hiç istemezsin. Dublörün Dilleması da bitmeseydi çok iyi olacaktı, fakat bitti ve ben bu yazıyı yazıyorum.

Murat Menteş'in olağanüstü zekasının klavyesine aktığı bu roman bir kelime oyunları hazinesi.Öyle ki kahramanların isimleri bile kendi içlerinde çok şey anlatıyor. Bu yüzden bu kitabı anlatmayı, okuyucuyla ayrı ayrı diyaloğa geçen kitabın dört anlatıcısını tanıtarak devam edeceğim:

Nuh Tufan: Kitabın asıl çocuğu. Her bok bunun kafasından doğuyor ve kendisi bir albino. (bkz albino: vücudundaki bütün tüyler, saçlar dahil, beyazımsı sarı olan, cildi bembeyaz veya bebek pembesi olan renk pikmentlerinden yoksun insanlar, hastalık albinizm olarak biliyor ve bu hastalığı olanlara da albino deniyor.) Yani yüzünden berraklık, saflık, aklık akıyor; aynı Nuh peygamber gibi. Tiyatro öğrencisi olan fakat okuluna devam etmeyip macera peşinden koşmayan lakin maceranın kendisini kovaladığı insan Nuh'umuz. Arkadaşı İbrahim Kurban'ın gerçek deriden insan maskesi yaptığını öğrendiği gibi ünlü iş adamı Ferruh Ferman'ın dublörlüğüne soyunuyor. Devamı romanda.

İbrahim Kurban: Asıl çocuğun en hakiki arkadaşı. Aileden zengin, ve ailesinin aksine dine inancı sonsuz. Tam bir Kurban olurum Allah'ıma insanı. Ailesi tarafından kitaplara düşkünlüğü, yalnızlığı, uykusuzluk sonucu yüzünden oluşan mor halkaları yüzünden yanlış anlaşılıyor. Fakat ailesi, onun dine bu kadar meraklı olduğunu da uyuşturucu kullandığını da bilse aynı tepkiyi verirler kanımca. Arkadaşını kurtarmak için bilimum insanla muhabbete giriyor. Devamı romanda.

Habip Hobo: Eğer bu adamı anlatırsam bütün romanı anlatmak zorunda kalırım size. Kısaca: Nuh Tufan'ın hayatı için çırpınan gizli ajan.

Ferruh Ferman: Zavallı peltek iş adamımız. Çok aptal gibi görünüyor lakin hikayesini anlattığı sayfaları okurken kimin aptal olduğunu göreceksiniz. Nuh bu adamın dublörlüğünü yapıyor, zira kendisini bekleyen büyüüük bir tehlikenin farkında.


Son zamanlara herkese özellikle "abii hiç kitap okuyamıyorum yaa" diyenlere şiddetle tavsiye ettiğim bir roman kendileri. Murat Menteş'e saygılarımla...

Ve kitabımızın yıldız derecesi: 















Bu derece iyi bir roman yani.

Charles Bukowski - hollywood

"Bu eser tümüyle kurgu ürünü olup yaşayan ya da ölmüş kişilerle kurulacak benzerlikler bütünüyle rastlantısaldır, vs. vs." diye başlıyor Bukowski'nin Hollywood'u.
Yazar daha ilk sayfasından düştüğü notla kitabı bize özetliyor: büyük bir ironi var burada moruk, ona göre.


Buukowksi, dediği hiç tamamen kurgu ürünü olan(!) bir hikaye anlatıyor bize: Ayyaş bir yazar olan Hank Chinaski kasıntı edebiyat dünyasından ve film sektöründen nefret etmektedir. İnsanları sevmez, gereksiz hırslarından tiksinir. Şiir ve atlar onu yatıştıran şeylerdir, tabii bir de içkisi. Buna rağmen yazdıklarının gücüne inanan bir yönetmen ondan bir senaryo yazmasını ister ve bu da ayyaşımızı bir iç dünya sorgulamasına ve sevmediği film sektörünün içine iter. Artık Chinaski sevmediği o hırs küplerine dönüşmekten korkmaktadır. Fakat senaryoyu yazmaya karar verir ve konu olarak da dünya üzerinde en iyi tanığı insan modelini seçer: bir ayyaşın hayatı.

Yazının başında bahsettiğim ironi yukarıda paragrafla harmanlayalım şimdi: Chinaski aslında Bukowski'nin ta kendisidir zira Fransız bir yönetmen kendisinden bir senaryo yazmasını ister ve Bukowski de kendi deyimiyle kendi hayatını insanlara kakalar. Ayyaş bir yazarın hayatı.

Shakespeare'i, Tolstoy'u, Bronte Kardeşleri despot birer aile üyesi gibi gören yeraltı şairimizi tanımak için harikulade bir roman. Gençliğinin yanısıra yaşlılığını da görüyorsun Bukowski'nin. Altını durmadan çizdiğimiz, yanlarına minik kalpler ve yıldızlar koyduğumuz cümleler/paragraflar bolca mevcut. Çünkü o Bukowski diyorsun, alkolle harmanlanmış zekası insan duygularının/düşüncelerinin en saf haliyle kağıda dökülüyor.

Romanın en can alıcı noktası ise kesinikle son cümlesi, ki bunu söylemeden geçemeyeceğim, ya da durun, geçeceğim, alın okuyun efenim!


Not: Bundan gayri bir yıldızlama sistemi kurmaya karar verdim veee kitabımıııııız:




1 Temmuz 2012 Pazar

Vincent Van Gogh - Theo'ya Mektuplar

Van Gogh Alive sergisine gidip oradaki tuzlu gift shop'tan edindiğim mektuplar dizisini üç haftalık uzun ve yayvan bir süre içinde bitirdim. Bu uzun okuma süresinde - neden uzun südüğünü anlatacağım - Van Gogh'un kim olduğunu tam olarak anladığımı söylemem çünkü kendisinin 20 yaşından intihar ettiği yıllara kadar bir filiz gibi serpildiğini (!), düşünce ve bakış açısı bakımından, bir yandan da intiharına yakın sürede yeniden bir çocuk gibi korkularına kapıldığını, hem de sadece para yüzünden!, gördüm. Bu da beni Van Gogh'un resim yapmayı sevdiği için mi yoksa resim yaparak kendini kanıtlamayı hedeflediği için mi sanata, resime ilgi duyduğu konusunda biraz şüpheye düşürmedi değil. Onun yeteneğine, mektuplarına pek iyi de yansıtmadığı, yansıtamadığı iç dünyasını resimlerine nasıl yansıttığını, hele deliliğin somut bir kanıtı olduğu konusunda diyecek tek bir söz bile yok, lakin kitabın arkasında yazan "yazar Van Gogh türkçe'de" beni pek de tatmin etmedi anlayacağınız.

Şimdi Van Gogh'u kardeşine yazdığı mektuplardan ve benim gözümden bir tanıyalım:


20 yaşından itibaren Theo'yla mektuplaşmaya başlayan Vincent'ın o yıllarda, ki bu mektuplar kitapta "İlk Yıllar" olarak tanımlanmış, dine özellikle İncil'e büyük bir ilgi duyduğunu görüyoruz. Sürekli İncil'den alıntılar yapan deli ressamımız kitaplara da pek meraklı. Resimle uzaktan yakından alakası yok diyemeyiz; sergiler, ressamları ve eserlerini inceliyor ve bir hayli fikri de var onlar hakkında, lakin ressam olmayı henüz aklının ucundan bile geçirmiyor. Zira onun aklında daha sonradan yobazlar yüzünden uzaklaşacağı din var; bir din adamı olmak istiyor. Bu yüzdendir ki sürekli bir "İncil'de ne yazar bilirsin Theo'cuğum..." havası hakim kitaba.  

"Doğanın güzelliklerini duymak, hatta çok derinden duymak bile, dinsel duygu ile aynı şey değil, ama bu ikisinin birbirlerine çok yakın şeyler olduklarına inanıyorum." diyor çılgın ressamımız ilk yıllarında. Bu onun, aslında doğa ile din arasındaki o ince çizgide olduğunu lakin içindeki büyük inançtan dolayı henüz doğa tarafına geçmeyi bastırdığını gösteriyor kanımca.

Bu düşüncelerin arasında Vincent, faydalı olamama kaygısıyla birlikte, bir din adamı olma kararı alır ve bunun eğitimini almayı hedefler. En büyük korkusu ailesine, geçmişine, şimdiye ve dünyaya faydalı olamamaktır ve bu dini bir "kariyer" çizdiğinde de resme yöneldiğinde de onun için her zaman önplanda olacaktır. 

Bütün bu "ne olacağım ben yahu" kaygıları arasında ressam efendi aşk maceralarına atılır. Lakin onun macerası platonik olmaktan ileri gitmez çünkü sevdiği ilk kadından olumlu yanıt alamaz.
Kızıl sakallı Vincent Van Gogh

Vincent ressam olmaya dinden uzaklaştıkça, daha çok doğaya inanıp, -belki de- yobazların dini mahvettiğini gördüğünde karar verir. Tanrı'ya sanatla ulaşmayı hedefler ve benim tanımadığım Millet ve daha bir çoğu gibi ressamlardan bolca söz etmeye başlar. Bir kaç ressamla da yazışır, hatta bir tanesiyle dost olur ama daha sonra, kanımca aksi bir adam olduğundan, onunla arası bozulur.

Bu arada unutmadan, Van Gogh kardeşi Theo'nun eline bakıyordu, kitabı okurken, hatta, bazen Theo'ya sadece para göndersin diye mektup yazdığını da düşündüm. Hatta ileriki satırlarda sizi bir süpriz bekliyor.

Böylece doğayı izlemeye koyulur Vincent. Onu tüm gerçekliğiyle yansıtmak, tanımak ister. Sadece dümdüz duran bir adamın portresini değil de, onu iş, hareket halindeyken resmetmeyi tercih ederdi Vincent bu dönemlerde. Bir de eklemem lazım, bu dönemde bir fahişe ile yaşamaya başlar ve ilk Theo para göndermeyecek yufus yusufluğu bu zamanlara rast gelir. Fakat bizim saftirik Theo para göndermeye devam eder (tamam iyi niyetli, tamaaaam).

Zamanla tablo satışısı olan Theo da ressam olmaya karar verir ve uzun, sıkıcı, resim ve renk dolu mektuplaşmaları başlar. Açıkçası bu noktalar bana biraz sıkıcı geldi. Vincent iyi bir ressam olabilir fakat kendisinin de sürekli övdüğü Emile Zola gibi kelimelerle resim çizemiyor malesef. Görüntüsü tam olarak gözümün önüne getiremediğim renklerden bahsediyor, adını bilmediğim dağlardan vesaire... Satır aralarında Theo olmasa ne yapacağını, bütün bu resim için gereklimolan malzemeleri karşılayamayacağını, ama bunların en kısa sürede ve en etkili şekilde ikisine de dönüş yapacağını ekliyor. Mektupların sonu çoğunlukla "İnan bana... Ellerinden sıkarım"

Çok uzatmadan, çılgın ressamın Avrupa turlarından sonra "Sarı Ev'ine taşınıp, burada bir ressam arkadaşıyla en verimli dönemlerini, sanatına en güvenen ve inanan dönemlerini yani, yaşadığına inandığım zamanlara geliyor. Bu dönem tam ruhsal krizlerin başlamadan önceki zamanlara denk geliyor. Bu zamana kadar Vincent Hollanda'yı karış karış dolaşmış, en iyi ışığı aramış, sonunda da güney'e inmeye karar vermiştir.

Vincent amca, kanımca, kulağını kestikten sonra
Ve birden, nasıl olduysa, Güney'in "havasındanmış", Theo'nun nişanlanacağını duyunca, sinir krizi geçirir, ateşlenir, düşüncelerinin gazıyla kulağını keser ve genelevde çalışan bir kadına "hediye" olarak gönderir. Bunu neden yaptı şımarık efendi bilir misiniz? Theo evleniyor ya, şimdi buna para gönderemezmişmişmiş, bu da resim yapamazmışmışmış!!!!!

Theo tabii ki öyle bir şey yapmayacaktı, ama bizim yalnızlığa, melankoliye meraklı ressamımız bu fırsattan istifade bir çılgınlık yapmış. Hastaneye yatırıldıktan bir süre, bir veyahut iki yıl, sonra da intihar eder.
Aslına bakarsanız Van Gogh ilk yıllar ve Hollanda'da yazdığı mektuplarla bir manyak, bir deli imajı yaratmıyor. Her insan gibi içinde bir kaygı taşıyor ve bu kaygının üzerinde biraz fazla duruyor evet, ve inandığı şeyle dört elle sarılıyor. Düşünün kendisi bile bir kadınla sevişmemnin boşa enerji kaybı olacağını, onun yerine resim yapmanın daha faydalı olduğunu söyleyen bir insan. Bu, yani, onda bir saplantı haline gelmiş, korkuları da onu kulağını kesmeye itmiş.

Kitaba gelirsek eğer beyfendinin hayatını bir kenara bırakıp, uzunlukları değişen mektuplar kitabın ortalarına doğru çok sıkmaya başlıyor dediğim gibi. Gerek uzun tablo tasvirleri, gerek tanımadığım bir sürü kişi ismi kirabın yarısından fazlasını çekilmez bir hale sokmuş. Bunun başlıca nedeni kanımca çok öznel bir kitap olduğudur. Sonuçta mektup bu abi! Aralarındaki muhabbeti, hele ki uzak olduğum insanlar ve sanatın yoğun olduğunu muhabbeti, anlamakta zorluk çektim!

Sabrınız varsa okuyunuz efenim.

27 Mayıs 2012 Pazar

Suzanne Collins - Açlık Oyunları

Kısa bir süre önce filmi çekilen "Hunger Games" kitabının yazısı hazır! Tabi kitabı ben "Hunger Games" olarak değil de "Açlık Oyunları" olarak okuduğum için o açıdan bakarak değerlendireceğim.

Dillerden dillere dolaşan, D&R'a girdiğimizde "Çok Satanlar" rafından düşmediğini gördüğümüz üçlemenin ilk kitabı olan Açlık Oyunları Pegasus yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiş ve söyleceğim ilk şey de çevirisi hakkında. Bir ingiliz edebiyatı öğrencisi olarak artık aşağı yukarı bir çevirinin iyi mi kötü mü olduğunu, orjinal dilinde o cümlenin/duygunun nasıl ifade edildiğini tahmin edebiliyorum. Böylece ya tatmin oluyorum ya da olmuyorum. Açlık Oyunları'nın türkçesinden de o kadar tatmin olmadım. Emeğe saygım sonuna kadar var lakin anlatılan hikaye o kadar güçlü olmasaydı anlatılma şeklinin, kullanılan kelimelerin ve kurulan cümlelerin o kadar değeri olmazdı diye düşünüyorum.

- Spoiler, coming soon -

Anlatılan hikayeye gelince: Yozlaşan dünyada tabiri caizse "bolluk cenneti" olarak  tasvirlenen Capitol'e bağlı oniki mıntıka her yıl 12 ile 18 yaşları arasındaki çocuklarından bir kız bir erkek olmak üzere ikişer haraç gönderip bir arenada "Açlık Oyunları"nı "oynatırlar" ve bu 24 haraçtan sadece bir tanesi canlı çıkar. Açlık Oyunları'nın asıl amacı ise Capitol'e sadistçe bir zevk verir: Mıntıkalara, Capitol'e karşı çıkmalarının bedelini ödetmek ve bir daha ayaklanma olursa neler olacağını hatırlatmak ( mıntıkalar zamanında capitol'e ayaklanmışlar ve sonucunda Capitol onları bastırmış, Açlık Oyunları da bir nevi ceza yani).

Kitapta anlatılan zaman diliminde ise ana karakterimiz Katniss 12. ve en yoksul olan mıntıkanın gönüllü kız haracı olur. Gönüllü olmasının nedeni ise 12 yaşındaki kız kardeşi Prim'i kurtarmaktır. Ormanda avlanarak babasız kalmış ailesine bakan bu 14 yaşındaki cesur kız ve yıllar önce ona bir parça bayat ekmek verip hayatını kurtaran Petaa 12. mıntıkanın haraçları seçilirler ve Capitol'e olan ziyafetli ama bir o kadar yıpratıcı yolculukları başlar. Bir hafta boyunda VIP olarak Capitol'de ağırlandıktan sonra oyunların oynanacağı arenaya terk edilirler.

Ben de sizi kitabın bu iğrenç özetiyle başbaşa bırakıyorum.

 Oldu ki kitap okumayı özlediniz, edebi eserleri kafanız kaldırmıyor kesinlikle okuyacağınız ilk romanlardan biri olmalı. Çünkü Suzanne Collins ya da Katniss size zaman tanımadan ne yapması gerektiğini, gelen işaretin ne anlama geldiğini söylüyor, düşünmenize gerek kalmıyor. 

Çeviri güzel olsa film tadında okuyacağınız bir kitap olabilir. Eğer nasıl anlatıldığına bakmıyorsanız alın okuyun efenim, zira ben bi süre sonra çeviri umursamadan okudum.

Keyifli okumalar!

15 Mayıs 2012 Salı

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği - Milan Kundera

Kitapçılarda raflar arasında dolaşırken gördüğümüz yahut edebiyat hocamızı esneye esneye dinlerken duyduğumuz bir isme sahip bu kitap: varolmanın dayanılmaz hafifliği.
Ne yahu bu?
Varolmanın... evet tamam. Dayanılmaz.... evet... hafifliği...
O dayanılmaz hafiflik mi varolmak?

Daha sayfaları okumaya başlamadan kitap bizi alıyor derin bir yerlere götürüyor ismiyle.

Milan Kundera 'Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ne yarattığı karakterlerle ulaşıyor. Bu karakterlerin hepsi birbirini tamamlayan özelliklere sahipler ve onların dünyalarına ayrı ayrı girdiğimizde aslında onların birbirlerini tamamlayan puzzle parçaları olduğunu görüyoruz. 

Örneğin ana karakterlerden biri olan Doktor Tomas kadın düşkünüdür, fakat bir gün "akıntıya kapılmış sepetin içindeki bebek" gibi kapısına gelen Tereza'ya aşık olur. Aşık olur olmasına fakat hala başka kadınlarla düşüp kalkmaya devam eder, her gece Tereza'nın koynuna girse bile. Annesi yüzünden insan bedeni "gerçeğinden" soğumuş olan Tereza ise başka kadınların apış aralarını Tomas'ın saçlarından koklamaya boyun eğer. En sonunda Tomas bu sevdasından aşkı için vazgeçse de hikayenin büyük bir çoğunluğunda bu gerçekle ikisi de yüzleşirler. 

Tomas ve Tereza birbirlerini yük, sorun ve bir iç çatışma olarak görüyorlar fikrimce. Öyle ki Tereza'nın Tomas'ı sadece tek gecelik bir ilişkiyle aldatması, başka bir "bedene" gitme düşüncesine onu Tomas itmiştir. Aynı şekilde diğer kadınlardan kurtulup sadece tek bir aşka bağlanma fikrine, Tomas'ı Tereza itmiştir. Bu sorunlarında geçici çözümlere ulaştıklarında "varolmanın dayanılmaz hafifliği"ni hissetmişler, lakin daha sonra bu hafiflikle mutlu olamayıp birbirlerinin yükü altında mutlu olduklarının farkına varmışlardır.

- Ağır spoiller'lar verdim.-

Bu iki çapkın ve aşık karakterlerimiz yanında iki de figüranımız var: Franz ve Sabrina. Franz başarılı bir akademisyen, evli çocukları var. Sabina bir sanatçı ve Tomas'ın yatak arkadaşı ve en yakın dostu. Sabina ile Tomas'ın yolları ayrıldıktan sonra Franz ile Sabina'nın yolları kesişir ki bu onları apayrı dünyalara sürükler: Franz kendine Sabina'yı mutlu etmeye odaklı bir hayal dünyası kurarken Sabina her fırsatta Tomas'ı arar.

Roman her ne kadar aşka dayalı görünse de aslında o ilişkiler bize hayatın temelini gösteriyor. Hayatımızda ikili ilişkiler olmasına rağmen o ilişkilerin bizi ittiği sorularla hayatı anlamlandırmaya çalışıyoruz. Öyle ki bizim düşüncelerimiz bizden değil de daha çok karşımızdakinin tutumu, davranışı ve hayatı sonucu oluşuyor. Karakterler kendi geçmişlerini ve sevdiği insanları harmanlayıp sorular soruyor, cevaplar buluyorlar. 

Varolmanın dayanılmaz hafifliğine ise bu şekilde ulaşıyor(uz)lar belki. Bu yük onlara inanılmaz bir hafiflik veriyor, yaşadıklarını hissettiyor. 

Bitirmeden ekleyeceğim son bir nokta ise çoğu edebiyat eseri gibi Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nin de tarihten etkilenmeden geçmediğidir. Çek Cumhuriyeti'nin Rus komunizmiyle verdiği savaş, halkın değişimi ve neye yönelmek istedikleri karakterler aracılığıyla ulaştırılmış bize. Toplum kitaba baya baya yansımış.

Eğer adı sizi -hala- cezbediyorsa gidin alın okuyun. Aşk hikayeleri kitabı okunur kılıyor, felsefi düşünceler alıp götürüyor.

İyi okumalar efenim.


18 Şubat 2012 Cumartesi

tutunamayanlardan izlenimler vol.2

Roman harika fakat yavaş gidiyor. Bariz bir şekilde Turgut Özben'in kafasının içine girip karşısındaki insanların konuşmalarını birebir dinleyebiliyoruz. Henüz ikinci bölümde olsam da - ki o bölüme geçmek tam 250 sayfamı ve bir ayımı aldı- sabırla ilerliyorum.

Burada not etmek isterim ki Orhan Pamuk'un heyecanla elime aldığım romanı Kara Kitap'a karşı bu kadar sabırlı davranamamıştım çünkü o ne bir insanın beynine sokmuştu beni ne de kendi içine alabilmişti. Fakat Oğuz Atay'ın bu romanı fevkalade!

Lakin, yarından itibaren yurt hayatım başlayacağı ve ben bir saat bile sessiz bir ortam bulamayacağım için -derslerin ağrılığı da cabası- kendime bambaşka tarzda ve hep okumak istediğim bir roman daha aldım: Erdal Öz - Yaralısın.

Kütüphane beni bekler!

14 Şubat 2012 Salı

Tutunamayanlar - izlenimler

Okumaya başlamadan önce oturup baya bir düşündüğüm bir kitap oldu bu. Belki de ilk defa bir romana başlamaktan çekindim; ve bir Suç ve Ceza'ya ne de bir Savaş ve Barış'a çekingen yaklaşırım bu roman kadar.
Fakat sayfalar ilerleyip de altını çizdiğim sözleri, yıldız koyduğum bölümleri dönüp tekrar tekrar okuduğumda aslında o kadar karmaşık bir matematiğe, konuya ve dile sahip olmadığını gördüm Tutunamayanlar'ın.
Fazla ayrıntılı, ve gerçekten de "ağır" bir roman. Henüz iki yüz ellinci sayfasında olmama rağmen bunu söyleyebilirim. Bu ağırlığın yanında bir de sanki Oğuz Ataybir düzlem çizmiş kendine, ve o düzlem üzerinde bir çizgi dalgalanarak uzuyor roman boyunca; yani dalgalanma aşağı doğru olduğunda kitaptaki mantık seviyesi sınırları aşarken, yukarı doğru yükselen dalgalar ise mantığın tam içine düşürüyor bizi.
Düşündürücü, fazla düşündürücü bir romanla karşı karşıyayaım.
Arkadaşım, anca dört ayda bitirebildiğini söyledi.
Hayırlısı efendim.

7 Şubat 2012 Salı

Isabel Allende - Sararmış bir fotoğraf

Fotoğrafla daha yakından ilgilenmeye başlayınca doğal olarak hayatımın her alanına kendisi bir padişah gibi gelip yerleşti. Etrafa lensimi ayarlaya ayarlaya bakıyorum, bazen gözümün önü flu oluyor, bazen berisi. Böyle olunca da ister istemez kitapların arasında gezerken de  fotoğraf kelimesini görünce hooppp kitabın üstüne atladım, hele bunun Sararmış bir Fotoğraf olması beni okumaya aç bir canavara dönüştürdü. Kitabın kapağındaki 1800lü yıllara ait bir kadın portresi ise incelettirdikçe incelettirdi kendini. 


Roman Şili'nin ve zengin bir ailenin yüzyıllık bir dönemini anlatıyor. Konu daha çok del Valle ailesinin varlıklarını katbekat arttıracak zekaya sahip, tabiri caizse eli maşalı babaanne Paulina del Valle ve onun gayri meşru torunu Aurora etrafında dönüyor. 
Kitap kendi içinde üç bölüme ayrılmış; ilkini üçüncü kişi ağzından dinlesek de ikinci ve üçüncüde anlatıcımız kitabın baş kahramanlarından biri oluyor; fotoğraf makinesiyle küçük yaşta tanışan, geçmişi babaabbesi tarafından bir sır gibi saklanan Aurora. İlk bölüm aile tarihine, Paulina del Valle'nin nasıl zeki ve güçlü bir kadın olduğunun tasvirine ve bölümün sonlarına doğru yaşanan Paulina'nın oğlu, yeğeni ve çinli bir ailenin denizkızlarını kıskandıracak güzellikteki kızlarının arasında dönen aşk çatışmalarından bahsediyor. Sonunda ortaya annesini doğumda kaybetmiş, babası muamma güzel bir kız çocuğu çıkıyor.
İkinci bölümde bu sefer kahramanlar ikiye katlanıyor; daha çok hikaye, daha çok macera.

 Romanda bize çaktırmadan, alttan alttan verilen bir Şili, zamane ticareti ve zamane "kadınları" yorumlamaları var. Bir yandan Paulina del Valle gibi güçlü, eli maşalı kadınlar olduğu gibi daha sonra Aurora'nın istemeden gelin gittiği evde hiçbir işe yaramayan, kocalarının bir nevi kölesi olan kadınlar da mevcut. Dünden bugüne, bütün dünyada değişen bir şey olmamış anlayacağınız. Bunlara ek olarak, kadınlar hakkında sezdirilen başka bir konu ise ne olursa olsun, hangi biçimde olursa olsun aşklarına kavuştukları. Aşk o zamanlarda da adap dinlemiyor. 
Ticaret ise insanların ihtiyaçlarına göre dönüyor. Bu çok normal ne var ki bunda, diye soruyorsanız, cevabını kitabı okursanız şayet, Paulina'nın savaş zamanı insanların şekere ihtiyaçları olacağını öngörüp şeker ihracatına atılmayı akıl etmesi bize ticaretin neye göre şekillendiğini de gösteriyor.


Kalabalık bir aile ve güçlü kadınlar tanımak istiyorsanız, sizi Şili'ye, başka bir deyişle "Sararmış Bir Fotoğraf"a davet ediyorum.

Chuck Palahniuk - Dövüş Kulübü

Önce filmini izleyip sonra kitabını okursanız bir yapımın veya önce kitabını okuyup sonra filmini izlerseniz bir eserin, hep ikincisi arkaplanda kalır. abi kitabı iyiydi de film olmamış/ ya kitap on numaraydı da kitap sıkıcı.
Peki bunu Dövüş Kulübü için söyleyebilir miyiz? Kesinlikle hayır!
Filmi br kült olmuş bu kitap bir harika. İzlerken oyunculuklarına hayran kaldığım Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Carter bütün kitap boyunca gözümün önündeydi. Hatta koca memeli Bob, güzel yüzlü genç bile aynıydı. Chuck'ın anlattığı bütün olaylar da birebir filme yansımıştı, repliklere kadar. Yapımcıya kocaman tebrikler, Chuck'a da kocaman alkışlar.
Daha çok bir film analizi gibi oluyor ama asıl konumuz burada Chuck ve onun hayal gücü. Tabi bir de bitip tükenmez bilgisi.
merak ediyorum acaba kitaplarını yazmadan önce geniş çaplı bir araştırma yapıyor mu. Örneğin Dövüş Kulübü onun ilk romanı olmasına rağmen (ki önceden sadece bir öyküymüş sonrada geliştirmiş) içinde bir sürü bilgi var, hem de gerçek bilgi. Ayrıca böyle bohem yaşamın tam içinde mi, yoksa dışarıdan izleyerek mi bu kadar gerçekçi anlatıyor? Bohem yaşam, yeraltı dünyası yoksa Chuck'ın kafası mı?
Filmini izlediniz, biliyorum, ama bir de kitabını okuyun. Eminim pişman olmayacaksınız.
Chuck, sense çok yaşa.