30 Ağustos 2011 Salı

Aşk - Elif Şafak

Bir sürü şey söylendi bu kitap hakkında, iyi - kötü fark etmez. Bu kitapla bir kez daha anladım herhangi bir şeye önyagı ile yaklaşmama gerektiğini.
Satmak için yazdı dediler önce Elif Şafak için, sonra uslübünu sevmediler, yok efendim ingilizce yazıyormuş önce sonra çeviriyormuş da bozuk oluyormuş dil bilgisi.
Anlatıyor mu, anlatıyor ama. İş bitti. Hayatta önemli olan mesajı vermek değil midir?
Önyargılarımdan sıyrılıp elime aldım bu pembiş kitabı ve bir bakmışım önceki okuma gayretime baş kaldırmışım. bir anda kitabın yarısında buldum kendimi, her sayfada satırlar çizerek.
Tebrizli Şemsi dinledim hep, Mevlana'nın gelişimini izledim, Ella'nın değişimini gözlemledim.
Film gibi gelip geçti bütün kitap gözlerimin önünden ve yüreğimde yeni bir sayfa açıldı: tasavvuf.
kendimi tabii ki o yola kaptırmadım, zaten tanıyanlar bilir, öyle dine çok ilgili değilimdir, ama bu kitapta anlatılanlar, dinin ötesinde bir şey. bir nevi kendi düşüncelerimi de okudum sayılabilir. yeni bir merak da uyandı bu sayede bende.
kurallara bağlı olmayanlara, gönlü geniş olanlara uygun bir roman.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Alice's Adventures in Wonderland

Yaşım 20 olsun, 10 olsun, 45 olsun, 68 olsun hiç fark etmez. Okurum yine, yine okurum bunu.
Çünkü her sayfasında beni gülümseten kitap çok nadir.

7 Ağustos 2011 Pazar

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş - Jose Saramago

İnsanoğlu dünden bugüne sadece bir şey için uğraşıyor: refah içinde yaşayabildiği kadar yaşamaya. Burada önemli nokta refah içinde olmak değil de daha çok yaşayabildiği  kadar yaşamak. Bunun için tıp dünyası binbir çare buluyor, doktorlar ameliyat yaparak ölüme karşı bir savaş açıyorlar ameliyathanelerinde. Jose Saramago ise o ameliyataneye girmeden, kendi hayal dünyasında yenmiş ölümü, bir insan üzerinde değil de kelimeleri ameliyat ederek yapmış bunu daha çok ve ortaya bu Nobel ödüllü roman çıkmış.
 Adını bilmediğimiz bir ülkede ölüm o gün kimseyi öldürmüyor. İlk aklınızza gelen ne oluyor? 
Jose Saramago
Kitabı elime aldığımda benim aklıma ilk gelen, oha lan sonsuza kadar yaşamak..., oldu. Sadece ölümü yenmiş olmanın bana ab ı hayatı bahşettiğini düşündüm. Ama Jose Saramago ölümsüzlüğün bize altın tepside sunulmuş bir nimet olmadığını gösteriyor. Hayal edin: Kalbinizden vuruluyorsunuz, tam hem de ortasından, kanlar oluk oluk akıyor vücudunuzdan, 6 litre kan da gidiyor ve siz betiniz benziniz atmış bir halde yaşamaya devam ediyorsunuz, buna yaşamak denilirse tabii. Ölüm, öldürmüyor, istemiyor sizi öldürmek. Bunun sonucunda öncesinde bir bayram havasında kutlanan bu acımasızlık sonrasında bir felakete dönüşüyor. Katolik kilisesi dünden bugüne savunduklarını, inandırdıklarını birden korumaya çalışıyor, devlet ölmemiş ölülerle başa çıkmaya çalışıyor ve her krizde olduğu gibi devletten daha güçlü bir kuruluş ortaya çıkıyor. 
Ölüm sadece bu sözü geçen ülkede öldürmüyor, tabii, sınırı geçince ölmek mümkün. İşte bu "sınırdan geçip ölme" işlemini de devletten daha yetkili olan "maphia", mafya değil, üstleniyor. Bunun sonucunda ortaya politik, ekonomik ve en önemlisi de ahlaki bir sürü sorun çıkıyor.
Hayretler içinde çvirdiğiniz sayfalar arasında brden hiç beklemediğiniz bir şey oluyor ve, bunu söylemek zorundayım, ölüm insanlara mektup yazıyor. Onlara bahşettiği, her zaman istedikleri bu "ölümsüzlüğü" bir ders olarak almalarını ve artık bu derse bir son vermenin zamanı geldiğini, öldürmeye devam edeceğini bildiriyor, fakat tek bir farkla: her zaman acımasız olarak gördüğümüz ölüm aslında bugüne kadar hep bir vicdan azabıyla yaşamış, her zaman haber vermeden öldürmekten şikayetçi ve kendisi buna bir çözüm bulmuş: ölecek olan her insana ölmeden bir hafta önce eflatun bir zarfla öleceklerini haber vermeyi kararlaştırmış.
Bundan sonra olacakları okumanızı tavsiye ederim.
Fakat bu kitapla ilgili yazacaklarım henüz bitmedi. Ölüm hakkında o kadar titi bir araştırma yapılmış ki veya buna araştırma demek doğru olmaz, Saramago'nun hayalgücü o kadar net canlandırmış ki ölümü gözümüzün önünde söylediği, yazdığını hiçbir şeye bu yanlış diyemiyoruz. Ölüm dendiğinde aklınıza bir iskelet gelir, siyah bir cübbe giymiş, elinde tırpanı. Romanda bahsi geçen ölüm de öyle. Peki ya hiç düşündüğünüz mü, o iskeletin cinsiyeti ne? Ne kadar doğrudur bilmem, ama Saramago'nun eflatun zarflar gönderen ölümünün yazı tipi incelemeye alınıyor romanda ve ölüm kadın çıkıyor. Ayrıca bugüne kadar resmedilmiş bütün "ölümleri" de incelediklerin de, o kuru kafatasını, onun da anatomisi bir kadınınkiyle eş. Yani Tanrıyla bir paranın iki ayrı yüzü olan ölüm bir kadın
Kitapta dikkatimi çeken bir başka nokta ise Jose Saramago'nun olağanüstü "herşeyi bilme" yeteneğini. Her şeyi bilmekten kastım ise müzik, edebiyat, mitoloji, din, astroloji, felsefe ve aklınıza gelebilecek daha bir çok alanda doyurucu bilgiye sahip olması. Eğer boş ve dolu diyerek adlandırabileceğimiz kitaplar varsa ki yok değil, bu kitaba dolu etiketini yapıştırabiliriz.


"Tekrar ölmeyi beceremezsek geleceğimiz karanlık." diyen bir bakan var bu romanda. Hemen onunla tanışmalısınız. Okuyunuz efenim.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Parfümün Dansı - Tom Robbins

Eğer bu kitabı okumayı planlıyorsanız baştan söyleyeyim: bitmiyor ve gitmiyor. 
Tom Robbins, adını duyduğumdan beri merak ettiğim bir yazar. Bir kaç kitabının arka kapağını da okudum ve anlattığı hikayeler değişik ve farklı göründü gözüme. Kitabın iç sayfalarını da okudum, okuduğum o bir iki sayfa da aktı gitti su gibi. Fakat Parfümün Dansı benim için öyle olmadı.
Kitabı almadan önce de her zamanki gibi bir iki sayfa okudum içinden, sıkmadı, neticede değişik bir konusu vardı. Hikayenin içine de yavaş yavaş girince merak uyandırıyordu anlatılanlar. Ölümden kaçan bir kral, dünyanın 3 farklı şehrinde birbirleriyle bir şekilde bağlantılı olan ve kokuya duyarlı kişiler ve yarı tanrı yarı insan varlıklar. Hepsi nasıl bir arada olur, bunlar nasıl birleşecek diye düşünürken ben, bir baktım hala aynı sayfada kalmışım. Hikayenin sonu beni çekti kendine, anlatılışı değil. 
Fakat Tom'un hakkını yiyemem, tarzı hoşuma gitti: betimlemeleri falan gayet zekice. Ama uzattıkça uzatmış sanki romanı, ve bazı bazı kopukluklar da yok değil bu kadar uzunluğa tezat olarak. 
Sonuç olarak pek tatmin etmedi benii bu koku ile insanın ölümden kaçmasının birleştiği serüven. Sonu ne oldu bilmiyorum, ama şöööyle bir arka sayfaları kontrol ettiğimde gördüm ki bizim Hıristiyanlığın ilk yıllarında ölümden kaçan kralımızla o göklere uzanan gökdelenlerde yaşayan adamların isimleri aynı sayfada geçiyordu.
Özür dilerim Robbins!

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Mahrem - Elif Şafak

Okumaya başladınız, gözlerinizle. Durun bir dakika, kapatın gözlerinizi. Ne görüyorsunuz? ebedi karanlık… göremiyorsunuz, sınırsız bir karanlık sadece, onu gördüğünüz de meçhul. Elif Şafak’ın bu şaşırtıcı romanı da işte bizi o karanlıktan kurtaran, hayatımızı renklendirenlere ve onların işlevlerine adanmış: gözlerimize ve görmelerine. Kitabın her bir sayfası göze, görmeye, görünmeye, görünüşe dokunuyor, ucu hesaplı ya da hesapsız gözle alakalı ne varsa, ona ulaşıyor. Şafak, tezatları alarak görme ve yandaşlarının hikayesini, bundan kaçanlarla anlatıyor ve onları şöyle tanımlıyor: Dışarının gözlerinden sakınan, evlerinin mahremiyetine sığınan, varlıkları mahrem olan insanlar…
Kitabın sayfaları arasında gezinirken fark ettiğim bir şey oldu: film mi izliyordum, kitap mı okuyordum belli değildi. Bu kötü bir şey değil, yanlış anlaşılmasın. Bir şişko olan, ismini öğrenemediğim aşırı kilolu, iri yarı kadın, ona tezat oluşturan cüce sevgilisi ve araya serpiştirilen diğer karakterlerin hikayelerini bir dram izler gibi okudum. Hem de hiç sıkılmadan. Öyle ki okuduğum Şafak romanlarında bazen çok uzatmamış mı bu betimi, ne zaman bitiyor bu hikaye, demişliğim vardı. Ama anlatılanların kendisi ve Elif’in anlatışı bunu size hemen unutturuyor.
Biri şişman, biri cüce iki sevgili… ana karakterimiz aslında Şişman Hanım, adını bilmiyorum, onun gözünden anlatılıyor, onun gördüğü gibi her şey yani. Ona göre her ikisinin de birliktelikleri akla ve göze ziyan, bir görüntü kirliliği. Oysa o nasıl aşık kendisini hiçbir zaman “şişko” diye adlandırmamış bu minik cüsseli, ama büyük elli adama, zira onun gözleri birer kara çizgi, ne içlerinde ne bir duygu ne bir düşünce gizli, adeta kalemle çizilmiş gibi.
İşte işin bu noktasında yaratıcı yazarımız 1885 Pera’sına gidiyor ve bize o gözlerin asıl sahibi ile tanıştırıyor: Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi. Bu aşırı zeki, gözleri kömürden birer çizgi olan adamı ve kurduğu vişne rengi çadırı ve onun içinde gözlere felaketi getirip, güzelliği seren güzel-çirkin kadınların hikayelerini romanı okuyup öğreniniz. Fakat şunu bilmenizden zarar gelmez: Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bu vişne rengi çadırında ayın aydınlık yüzüne bakan Batı kapısından bir bütün halinde giren kadınlara çirkini; ayın karanlık yüzüne bakan Doğu kapısından ayrı ayrı giren erkeklere de güzeli gösteriyor. Nedeni çok açık: kadın kendinden çirkin olanı görüp şükretmeyi, erkek güzeli görüp şenlenmeyi ister. Tabii bütün bunları anlatırken onlarca yeni masal da gösteriyor yazarımız.
Şişman Hanım’ın sevgili cücenin, yani asla belli olmayan kitaptaki adıyla Be-Ce’nin bir de gözlüğü var: Nazar Sözlüğü. Adından da anlaşıldığı gibi göze, görmeye, görülmeye hitap ediyor bu sözlük ve bir hikaye anlatılırken aradan alfabetik sıraya göre söz konusu eylemlerle ilgili olarak bir tanım yapılıyor yahut bir hikaye anlatılıyor. Bazı maddelerin yanına yazarımız (arştr!) notu iliştirmiş ki henüz araştırmadım, bu da romana farklı bir hava katmış. Elif Şafak adeta bizimle konuşuyor!
Mahrem’de öne çıkan diğer konulardan bazıları ise yemekler, renkler ve sayılar. Sayıların bu roman için önemli olmasının nedeni Şişman Hanım ve Be-Ce. Şişman Hanım’ın çocukluğunda başına gelmiş bir olaydan ötürü iken, Be-Ce kendini “iki, üç”e benzetir. Nedeni kitapta. Renkler ise görmenin başlıca unsurlarıdır. Ve Şafak her romanını bir renkle özdeştirerek yazdığını söyler. Mahrem’in ana rengi vişne rengi olsa gerek. Çünkü Şişman Hanım ve Be-Ce’nin yaşadıkları Hayalifener apartmanı ( ki apartmanın ismi de rengi kadar önemli bence); Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi’nin çadırının rengi ve Şişman Hanım’ın çocukluğunda başına gelen olayın “rengi” de vişne rengidir.
Yemekler Elif Şafak romanlarını anlatırken ayrı olarak işlenmesi gereken bir konudur, zira yazar için yemekler çok önemlidir. Görüntüleri, kokuları, tatları, içinde kullanılan malzemeler tek tek, tane tane anlatılır ve hepsi o kadar gerçektir ki ağzınız sulanmazsa gerçek bir okuyucu demem size! Ya da ben fazla oburumdur. Konuyu dağıtmadan, değinmek istediğim bir nokta daha var: Şişman Hanım’ın yediklerini mideye indirdikten sonra onları kusmak gibi bir huyu var. Kusma sahnesi anlatılırken aklıma bir başka Elif Şafak karakteri geldi: Alege. Lakin Alege, Şişman Hanım gibi kilolu değil, aksine zapzayıf, bizim kara kuru diye sıfatlandırdığımız insanlardandı. Ama ikisi de aynı dertten muzdaripti. Şimdi merak ediyorum, acaba Şafak’ın başından böyle bir olay mı geçti? Ne olsa yazar kendi içini alır, genelde en yakınınkiyle harmanlar ve ortaya sunar.
Mahrem’le ilgili yazacaklarım bu kadar olsa gerek. Okuyunuz efenim, ama tasvire, drama ve farklı masallara açıksanız.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Martı - Richard Bach

Hakkında bugüne kadar binlerce şey konuşulmuş bir kitaptan bahsedeceğim. Ne zaman bir kitapçıya girse hep en çok satılanların arasında siyah kapağının üstünde beyaz silueti ve sarı harflerle de ismi yazardı: Martı Jonathan Livingston. En nihayetinde elime geçti de okuma fırsatı buldum.
Kişisel gelişim romanlarını bilirsiniz. “her şeyi aklınızla çözebilirsiniz, yeter ki onu sevginiz ile birleştirin.” Oldu paşam! Nasıl da kolay sınırlandırmışlar bir ömür boyu kullanmamızı istedikleri bir düşünceyi. Bu kadar basit midir isteyerek ve severek hayallerimize, yani en özgür olduğumuz o cennete kavuşmak? Ve bunu yüzlerce sayfada tekrarlanan aynı cümlelerle anlatmak?
Ama Richard Bach öyle yapmamış işte. Özgürlüğün sembolünü almış: bembeyaz bir martı. Hem de sınırlarını zorlamaya açık, sadece uçmaya odaklanmış diğer martılar bir hayli uzak, onun tek amacı yemek değil balık. Uçmayı öğrenmek istiyor, hem de daha ilerisine, en hızlısını, en enine ulaşmayı ve en sonunda da dışlanıyor sürüsünden. Sıradan bir martı olmayı nasıl kabul etmez Jon? Martılar uçma yetilerini sadece balık avlamak, böylece karınlarını doyurmak için kullanmalıdırlar. Ama anlar mı bizim özgürlük düşkünü, akıllı martımız? Bir kere kavramış, özel bir amaç uğruna kurulmuş bizim yaşamımız.
Serdar Özkan’ın romanlarının konusuna örnek olmuş bir kitap herhalde Martı. Hayattaki mutluluğa inanç, sabır ve sevgi üçlemesiyle ulaşmamızı söyleyen yazarlar bunlar.
Umut dolmak için doğru bir seçim olacaktır.
Eklemek de fayda var: bu kitap da "Alice Harikalar Diyarında" gibi resimlerle bezenmiş. Resimli kitabın tadı da bir başka oluyor ya!

1 Temmuz 2011 Cuma

Ölüm Pornosu - Chuck Palahniuk


 Öyle bir kitap ki bu soruşturma açılıyor çevirmenine düşünün! İçinde en özel yerlerinize, mahreminize iki dakikada bir rastlayabilirsiniz, şaşırmayın. Ne de olsa adından belli kitabın ne olduğu: Ölüm Pornosu.
Chuck, yine insanların sosyal medyaya olan hayranlığını en keskin diliyle eleştirmiş. Konu olarak da bugünlerde bizim ülkemizin en hassas konusu olan pornoyu almış.
Kitabın konusuna gelelim isterseniz artık: son yılların en ünlü porno yıldızı tutturmuş 600 erkekle seks yaparak dünya rekorunu kıracağım, diye! Böyle bir baş yapıtta rol almak isteyenleri de kiraladıkları bir salona toplamış ve çekimler en hızlı biçimde başlamış. Bize hikayenin yaşandığı saatleri Bay 72, Bay 137, Bay 600 ve porno yıldızımız bayan Cassie Wright’ın asistanı Sheila anlatıyor.
Tabii ki de oraya gelen bu üç erkeğin ve Shelia’nın amacı bayan Wright’a yardım etmek değil. Bunları açıklamak istemiyorum, çünkü okuyacağınız varsa da hevesinizi kaçırmak istemem.
Chuck’ın belirli bir tarzı var. İkinci defa okuyorum aynı yazarı, onunla Gösteri Peygamberi’nde tanışmıştık ve kendisine hayran bırakmıştı. Chuck’ı size şiddetle tavsiye edebilirim, zaten biliyorsunuz ki en ünlü filmlerden biri olan Dövüş Kulübü’nün de yazarı. O daha çok insan psikolojisine odaklı bir yapıt, fakat gösteri peygamberi veya ölüm pornosunda söz konusu olan psikolojiye pek rastlayamadım. Chuck Palahniuk yine kitabın konusuyla alakalı gereğinden fazla bilgi toplamış ve bunları bizi sıkmayacak şekilde önümüze koymuş. Örneğin Cassie Wright’ın “Moby Sik” filminden bir sahne anlatırken bize aynı anda Marilyn Monroe’nun ayakkabı topuklarından birini yürürken kıçı sallansın diye kırdığını söyleyebiliyor. Daha bir sürü ünlü kişilerden ufak sırları ortaya çıkarıyor ve doğru olabileceğini düşünüyorsunuz.
Chuck Palahniuk
“Moby Sik” örneğin, film ismi, ve Moby Dick’den uyarlanma, daha böyle bir sürü ünlü filmden porno isimleri uyarlamış Chuck ve gayet de eğlenceli isimler ortaya çıkmış.
“Neden soruşturma açıldı ki bu kitaba?” sorusuyla aldım kitabı ve yanıtını henüz bulamadım. Zira bunların hepsi o adamın hayal gücünden kaleme aktarılmış, çevirmeni soruşturmak bir nevi yazarın hayal gücünü soruşturmak gibi bir şey. Ve hayal gücüne sınır konduğu gün biz özgürlükten ayrılmış oluruz.

30 Haziran 2011 Perşembe

Yazlık - Gülse Birsel

yeşil Yazlık
Gülse Birsel’i bilirsiniz, Avrupa Yakası’nda çok donuk bir karakter gibi gözüküyordu, yani demem o ki çok tek düze. Ama buna rağmen çok severdim onu, hala da çok seviyorum ve yeni kitabı Yazlık’ı görünce de baya bir sevindim, çünkü aklımdan uçup gitmiş kitap yazdığı.


Yazlık oturup yazılmış bir kitap gibi durmuyor. 7 bölüme ayırmış sevgili Birsel bu şahane kitabı ve o 7 bölüme de başlıklarına uygun olarak eski gazete köşelerini yerleştirmiş, çok da iyi yapmış!
Sayfalar akıp gidiyor ve her zaman ki gibi minik kahkahalar atıyorsunuz kitabı okurken.
pembe Yazlık
Kitabın üzerinde fazla durmayacağım çünkü zaten köşe yazıları ve o günlerin konularına göre yazılmış ( yine de günceller ve okurken gülüyor, gülerken düşünüyorsunuz). Asıl hakkında yazmak istediğim “şey/kişi” Gülse Birsel, zira kendisine yine hayran bırakmıştır.
Mizahçı olmak zor iş bizim ülkede bilindiği üzere, bir de Gülse yetinmemiş kadın mizahçı olma yolunda ilerliyor. Sabah gazetesinde yazıp gerçi bazı iğneleyici laflarda bulunması beni tedirgin etmedi değil veya biraz ürkekçe bir davranış gibi, ama kadın yine de lafını sakınmıyor be kardeşim!
Edebi bir tat verdiğini söyleyemem kitabın, ama Gülse Birsel ideal kadınımdaki büyük bir parçaya cuk diye oturuyor.
özlemedik mi şimdi!
Tavsiye ediyorum, kitabınız yoksa ve değişik bir tat arıyorsanız, gülmek de istiyorsanız şu gri, güneşsiz yaz günlerinde, durmayınız efenim hemen gidip bir “Yazlık” kapınız! Hem de pembe ve yeşil seçenekleri de mümkün!

18 Haziran 2011 Cumartesi

Otomatik Portakal

Bir Alex düşünün. Çok yakışıklı bir çocuk olsun bu, yaşına göre felaket çekici. Ama bir o kadar da iğrenç olduğunu düşünün. Sevgili 3 kankası ile birlikte sokaklara dehşet dağıtıyorlar ve bunu gerçekten “dehşet” olarak görüyorlar. Kendilerine argoyla Çingene dili karışımı bir dil yaratmış ve hep bunu kullanıyor olsunlar. Dikizlesinler mesela bir insanı görmek yerine, ağlamak yerine ühü ühü ühü yapsınlar ve kavgalarda yumruklar değil de zumzuklar konuşsun.


Alex'imiz.

Bu yeri geldiğinde muhteşem beyefendi olan 4 çocuk yeri geldiğinde yüzüne bakmak bile istemeyeceğiniz birilerine dönüşsünler. En masum hallerini takınarak evli bir çiftin kapısında YUVA yazan evlerine girsinler, bir arkadaşım hasta, yardım edin diyerek, ve adamı dövsünler deli gibi, yazdığı romanı, Otomatik Portakal’ı, yırtsınlar, ona dönüşmelerine ramak kalmışken ve yazarın karısına tecavüz etsinler sırasıyla… tabii bundan önce bu suçun yanında devenin yanındaki pire gibi bir suç olan hırsızlığı da unutmamak lazım.
Bu noktada biraz şaşkınlık da ekleyin kendinize ve bizim Alex’in iki “çıtır”ı eve atıp onlara da tecavüz etmesine şaşırın. Kankaları ile birlikte bir moruğu dövmelerini de ekleyin hafızanıza ve oradan da onların bu suç defterine bir yenisini eklemek üzerinde oldukları bilin. Evet, bizim Alex’imiz ve her an ona satışı koymak üzere olan 3 kankası, yaşlı bir kadının evine gidip de onu soymayı planlıyorlar. Ama ne yazık ki işler planladıkları gibi gitmiyor, Alex yaşlı kadının kafasına taşla vurunca, bir çok kez girdiği hapishaneye yeniden giriyor. Hem de henüz 15 yaşında!
Otomatik Portakal film afişi
Meraktan çatlamak üzereydim bunu öğrenene kadar. Alex’in küçük olduğunu kestirebiliyordum (çakozlayabiliyordum) ama 15 gibi bir yaş beklemiyordum. Şaşkınlığım, kitaba ve Alex’e merakım daha da artmıştı. İşte o 15 yaşında, bulaşmadığı suç kalmamış, bunların hepsini kendisine zevk ve mutluluk verdiği için yapan bir çocuk.
Atlamadan söylemem gereken bir nokta daha var: Alex klasik müziğe bayılıyor. Geceleri suç işleyip odasına (inine) kapandığında yaptığı tek şey diğer apartman sakinlerini ve ailesini umursamadan son ses klasik müzik dinlemek.
15 yaşında bilmem kaç yıllığına hüküm giyen Alex hapishanede iki sene geçirdikten sonra yeni bir proje ortaya çıkıyor: bu projeyle birlikte mahkumları tedavi edip “iyilik” yapan insanlara çevirmeyi planlıyorlar. İlk denekleri de hapishanede bir cinayet daha işleyen Alex oluyor. Aslında Alex’in kibar ve masum gibi davranıp erkenden hapisten çıkma gibi bir planı olsa da bu tedaviyle birlikte yalnızca iki hafta içinde normal hayata dönebileceğini öğreniyor ve bu iş onun işine daha da çok geliyor doğal olarak.
Velhasıl-ı kelam Alex beyaz bir binaya götürülüyor şık pijamalar veriliyor yiyecekler on numara vesaire. Hatta birde film izleyeceği söyleniyor ki Alex’e artık onun hayatına diyecek yok!
Alex'e zorla film izletiyorlar, demiştim.
Bundan sonra hikayeyi anlatmak değil, hikayenin amacına dokunmak isterim. Alex’e izletilen filmler şiddet filmleri ve fonda da klasik müzik kullanıyorlar. Filmler gerçek olaylardan çekilmiş olsa ki Alex hep kameraya gerçek kan sıçradığını söylüyor. Bu filmleri 2 hafta boyunca zorunlu bir şekilde izledikten sonra artık Alex suç işlemeyi düşündüğü an vücudunda bir hastalık hissediyor ve “otomatik” olarak iyi şeyler düşünmeye ve yapmaya çalışıyor. Başkasının bir başkasını dövdüğünü gördüğünde bile hastalanıyor… aklına kötü hiçbir şey getiremiyor… gördüğü güzel bir kızla bile sevişmeyi düşünemiyor veya ona vuran polise el kaldıramıyor, sadece ağlıyor. Eklemek gerekirse bu proje hükümetin hazırladığı bir uygulama oluyor. Onlara göre suç oranı düşerken, insanların kendi istedikler gibi düşünmelerine neden oluyorlar ve bunu en doğal şeymiş, yani iyilik yapmak’mış gibi gösteriyorlar. Bir anda bütün insanı iyilik yapmaya programlayacaklar, yani onları birer otomatik portakal’a çevirecekler. Aynı zamanda polislere veya kendilerine herhangi bir müdahale olmayacak. Böylece hükümet yaklaşan seçimlerde devrilmemek için Alex’i kullanıyorlar. Lakin Alex de bir gün muhalif tarafın eline geçiyor ve bu sefer de onlar Alex’i kullanıyor. Müzik dinleyemeyen, sanattan yoksun bu 17 yaşındaki çocuk politikacıların eline oyuncak oluyor ve en sonunda kendini bir binadan atmakta buluyor çareyi. Lakin bu onun için kaçış değil, bir umut oluyor ve Alex yavaş yavaş eski haline geliyor. 19 yaşına geldiğindeyse şu 4 senelik yaşamına ait olmadığı kanısını getirip normal birer yetişkin olma gereği duyuyor.
Düşünecek olursak, ilk başta Alex’e uygulanan tedavi gayet mantıklı geliyor. Çünkü mahkumlar hem hapishane gibi bir rezalette çürümeyecekler hem de tedavi edilecekler. Fakat galiba seçtikleri yöntem yanlış olacak ki (resmen bir başka işkence) bu tedavi Alex’i daha da beter bir hale sokuyor. Hem de en sevdiği şeyden, müzikten alıkoyarak.
1984’ü hatırlarsak orada da hükümet bir şekilde ele geçiriyordu insanı. Otomatik Portakal’ın ondan tek farkı zayıf kesimden başlıyor olması yani mahkumlardan. Ki onlar zaten sevgi eksikliğinden veyahut başka sebeplerden dolayı daha da uygunlar yontulmaya, Otomatik Portakal’ın hükümeti bu fırsatı hemen değerlendiriyor.
1984 gibi toplumu tümden ilgilendiren olayların yaşandığı romanları seviyorsanız, buyurun size yine müthiş bir kitap.

17 Haziran 2011 Cuma

Baba ve Piç

Aslında çok önceden okumam gereken bir kitabı bitirdim, pişman mıyım daha önceden okumadığıma, hayır değilim. Okusam heralde bu kadar çok anlamlı olmazdı benim için, içinde anlatılanları düşünecek zamanım yoktu çünkü.
Uzun tasvirli romanlardan hep uzak durmaya çalışmışımdır. Yazar, sanki herhangi bir odanın atmosferini sıka sıka 3 sayfada anlatmıştır, utanmadan bunu edebi eser diye de karşımıza sunmuştur. Çok kızarım böyle yazarlara, e adam derim, azıcık da insan ruhunu anlat. Tamam Maral’cığım der, oturur anlatır, ama bin beteri!
Fakat Baba ve Piç, okuduğum en akıcı – uzun tasvirli roman. Elif Şafak’ın üstün yeteneği karşısında yine şapka çıkarmak zorunda kaldım, içimdeki binbir özenmeye, kıskançlığa biraz da gurur katarak. İstanbul’u sadece görerek kendi içimde içime anlatırım, insanlara bu şahane güzelliği aktaracak yeterince kelimem yok. Fakat, romanda İstanbul’un atmosferi diğer tüm topraklardan ayrılmış, özene bözene seçilmiş sanki her kelime onu anlatırken. Kitabın sayfalarını çevirdiğinizde, diyelim San Francisco’yu anlatan bir bölümden İstanbul’a geçtiğinizde en ufak hücreniz bile titriyor, hissediyor bunu, İstanbul’u soluyorsunuz.
Herşey tam dozunda ayarlanmış sanki. Bir mekanı anlatırken Elif Şafak, en doğru cümleye koymuş noktayı. Ne bir eksik ne bir fazla. Olayın nerede, nasıl bir ortamda geçtiğini anlamamız için abartısız yerli yerinde betimlemeler var. Aynı durum kişilerin ruh halleri için de geçerli: örneğin Asya’nın ruh halini anlattığı konuşma tam yerinde noktalanmış. Fakat eklemem gereken bir nokta var ki Cafe Kundera’yı anlatırken sanki biraz sıkmaya yol almış. Tek kusur olarak gördüğüm bu nokta ise Kundera’nın kim, nasıl bir yazar olduğunu merak etmeme yetti.
Konuya gelince: İlk başta, bunların hikayesi nasıl birleşecek diye kendi kendime sorduğum, genelde kadınların önplanda olduğu kalabalık iki ailenin hikayesi anlatılıyor. Çağdaş romanda geçmişi irdeleyen, geleceğe ise doğru bir ışık tutan Şafak, Ermeniler ile Türkler arasındaki bağları, farklılıkları, aynılıkları, kısaca yüzyıllar boyu aynı çatı altında yaşamış, fakat dünyanın içine girdiği bir telaşın sonucu birbirlerine düşman kesilen bu iki toplumu anlatmış. Asya, Türk “tarafının” geçmişini bilmeyen, merak etmeye korkan yeni nesil kızı; Armanuş, Ermeni “tarafının” geçmişine bağlı, geçmişinin soruları içinde kaybolmuş yeni nesil kızı. Daha çok Türk “tarafının” ailesi anlatılmış çünkü onlar kendi içlerinde o kadar çok farklı kişilik sergiliyorlar ki farklı tatları mantıklı nedenlerle duyumsamayı mümkün kılıyor.
Zamanında içi tesadüflerle dolu bir roman okumuştum, bir psikoloğun hayatıydı, kendisine gelen 3 tip hasta vardı ve en sonunda bunların birbirleriyle alakalı oldukları, hoş tesadüfler zincirleriyle birbirlerine bağlı olduklarını anlatıyordu. Aynı tesadüfler Baba ve Piç’de de çıktı karşıma ama öncekinden katbekat etkili… 1915’de yaşanan bir olayın 2005’te farklı toplumları bir araya getirmesine tanıklık ettim.
Hani hep derler ya zekce kurgulanmış bir öykü diye, Baba ve Piç de aynen öyle. Zekice kurgulanmış, dokunaklı bir hikaye hem de o kadar yüce ve doğru mesajlarla dolu, insanların binbir çeşidi öyle büyük bir başarıyla gözlerimizin önüne seriyor ki hayran kalamamak mümkün değil.

Sineklerin Tanrısı

Bir değişiklik istediğinizde, tanımadığınız birinden, hiç duymadığınız bir hikaye dinlemek istiyorsanız, üstüne okumayı da seviyorsanız ilk durağınız bir kitapçı olmalı. Bu hissiyatlar içerisinde bir kitapçıya girdim ve 5 dakika geçmeden aradığım şey beni kendine çekti: Adaya düşmüş, yaşları 6 ile 12 arasında değişen çocukların hikayesi, tanımadığım bir yazar tarafından anlatılıyordu.

William Golding’in çocuk masalı gibi başlayan bu romanı, sayfalar geçtikçe bir gerilim romanına dönüşüyor. Öyle ki çocuk da olsa insanın cenneti andıran bir adayı nasıl cehenneme çevirebileceğini görüyorsunuz. İnsanın içindeki pazarlığın, hırsın, rekabetin daha masunluğun simgesi, saflığın sembolu olan “küçüklük”ten ileri geldiğinin en büyük kanıtı.

Tek ortak özellikleri oyun oynamak olan 20den fazla çocuk, kendilerini bir denizkabuğu ile çağıran Ralph’ı kendilerine “şef” seçerler ki o yaştaki bir çocuktan ne kadar “şeflik” iradesi bekleriz o açlık ve yalnızlıkta orası muamma. “Büyükler” olmaksınız şef olması Ralph’e çok eğlenceli ve sorumluluk yüklü bir görev gibi geliyor ki bazen bu yüzün altında da eziliyor. Domuzcuk, Ralph’in fikir babası, aydınlığın, aklın bir simgesi oluyor. Adada her şey mükemmel gidiyor, taa ki kendini “avcı” olarak nitelendiren, o yaşta öldürmekten büyük zevk alan Jack Ralph’ı baş düşmanı belleyene kadar… Dış dünyada yaşanan büyük savaşın bir “küçüğü” çocuklar arasında yaşanmaktadır ve bu zamanla Jack’in liderliğini kabullenen bu küçükler aydınlığın simgesi olan Domuzcuk’u ve ermişliğin, iyiliğin sembolü olan Simon’ı öldürmeleriyle sonuçlanıyor.

Romanın çevirmeni Mina Urgan’dan dinlediğim son söz ise okurken pek de yanılmadığımı gösterdi bana. Kitap aslında simgelerle, düşüncelerin birkaç sözle örtüldüğü – her roman gibi- bir hikaye olmuş. İnsanın içindeki kötülük uygarlıkla basıtırılıyor, çocuk da olsa bastırılmış bir kötülük insanın içinde barınıyor. Çünkü çocuk da olsa o bir insan. Belki daha saf duygulara ait olduğunun henüz kötülüğü iyiliği şekillenmemiş oluyor. Fakat Golding’e göre her doğan insan içinde bu yüce, iki zıt duyguyla gözlerini açıyor dünyaya. Çevirmenin son sözü olmasa bunları da dile getiremezdim heralde.

Şiddetle tavsiye ediyorum bu romanı.

Güzeldi, iyiydi, okunuyordu derim çoğu kitap için ama Sineklerin Tanrısı için bu kadarı yetmez. Okumak gerek.