28 Temmuz 2012 Cumartesi

Dublörün Dilemması - Murat Menteş

Bazı kitaplar vardır ki bitmesini hiç istemezsin... gibi gerçekler ve okuduğun ilk anda zırvalar vardır. Ama bazı kitaplar var ki, şu an bunu yazmak istemiyorum lakin, gerçekten de bitmesini hiç istemezsin. Dublörün Dilleması da bitmeseydi çok iyi olacaktı, fakat bitti ve ben bu yazıyı yazıyorum.

Murat Menteş'in olağanüstü zekasının klavyesine aktığı bu roman bir kelime oyunları hazinesi.Öyle ki kahramanların isimleri bile kendi içlerinde çok şey anlatıyor. Bu yüzden bu kitabı anlatmayı, okuyucuyla ayrı ayrı diyaloğa geçen kitabın dört anlatıcısını tanıtarak devam edeceğim:

Nuh Tufan: Kitabın asıl çocuğu. Her bok bunun kafasından doğuyor ve kendisi bir albino. (bkz albino: vücudundaki bütün tüyler, saçlar dahil, beyazımsı sarı olan, cildi bembeyaz veya bebek pembesi olan renk pikmentlerinden yoksun insanlar, hastalık albinizm olarak biliyor ve bu hastalığı olanlara da albino deniyor.) Yani yüzünden berraklık, saflık, aklık akıyor; aynı Nuh peygamber gibi. Tiyatro öğrencisi olan fakat okuluna devam etmeyip macera peşinden koşmayan lakin maceranın kendisini kovaladığı insan Nuh'umuz. Arkadaşı İbrahim Kurban'ın gerçek deriden insan maskesi yaptığını öğrendiği gibi ünlü iş adamı Ferruh Ferman'ın dublörlüğüne soyunuyor. Devamı romanda.

İbrahim Kurban: Asıl çocuğun en hakiki arkadaşı. Aileden zengin, ve ailesinin aksine dine inancı sonsuz. Tam bir Kurban olurum Allah'ıma insanı. Ailesi tarafından kitaplara düşkünlüğü, yalnızlığı, uykusuzluk sonucu yüzünden oluşan mor halkaları yüzünden yanlış anlaşılıyor. Fakat ailesi, onun dine bu kadar meraklı olduğunu da uyuşturucu kullandığını da bilse aynı tepkiyi verirler kanımca. Arkadaşını kurtarmak için bilimum insanla muhabbete giriyor. Devamı romanda.

Habip Hobo: Eğer bu adamı anlatırsam bütün romanı anlatmak zorunda kalırım size. Kısaca: Nuh Tufan'ın hayatı için çırpınan gizli ajan.

Ferruh Ferman: Zavallı peltek iş adamımız. Çok aptal gibi görünüyor lakin hikayesini anlattığı sayfaları okurken kimin aptal olduğunu göreceksiniz. Nuh bu adamın dublörlüğünü yapıyor, zira kendisini bekleyen büyüüük bir tehlikenin farkında.


Son zamanlara herkese özellikle "abii hiç kitap okuyamıyorum yaa" diyenlere şiddetle tavsiye ettiğim bir roman kendileri. Murat Menteş'e saygılarımla...

Ve kitabımızın yıldız derecesi: 















Bu derece iyi bir roman yani.

Charles Bukowski - hollywood

"Bu eser tümüyle kurgu ürünü olup yaşayan ya da ölmüş kişilerle kurulacak benzerlikler bütünüyle rastlantısaldır, vs. vs." diye başlıyor Bukowski'nin Hollywood'u.
Yazar daha ilk sayfasından düştüğü notla kitabı bize özetliyor: büyük bir ironi var burada moruk, ona göre.


Buukowksi, dediği hiç tamamen kurgu ürünü olan(!) bir hikaye anlatıyor bize: Ayyaş bir yazar olan Hank Chinaski kasıntı edebiyat dünyasından ve film sektöründen nefret etmektedir. İnsanları sevmez, gereksiz hırslarından tiksinir. Şiir ve atlar onu yatıştıran şeylerdir, tabii bir de içkisi. Buna rağmen yazdıklarının gücüne inanan bir yönetmen ondan bir senaryo yazmasını ister ve bu da ayyaşımızı bir iç dünya sorgulamasına ve sevmediği film sektörünün içine iter. Artık Chinaski sevmediği o hırs küplerine dönüşmekten korkmaktadır. Fakat senaryoyu yazmaya karar verir ve konu olarak da dünya üzerinde en iyi tanığı insan modelini seçer: bir ayyaşın hayatı.

Yazının başında bahsettiğim ironi yukarıda paragrafla harmanlayalım şimdi: Chinaski aslında Bukowski'nin ta kendisidir zira Fransız bir yönetmen kendisinden bir senaryo yazmasını ister ve Bukowski de kendi deyimiyle kendi hayatını insanlara kakalar. Ayyaş bir yazarın hayatı.

Shakespeare'i, Tolstoy'u, Bronte Kardeşleri despot birer aile üyesi gibi gören yeraltı şairimizi tanımak için harikulade bir roman. Gençliğinin yanısıra yaşlılığını da görüyorsun Bukowski'nin. Altını durmadan çizdiğimiz, yanlarına minik kalpler ve yıldızlar koyduğumuz cümleler/paragraflar bolca mevcut. Çünkü o Bukowski diyorsun, alkolle harmanlanmış zekası insan duygularının/düşüncelerinin en saf haliyle kağıda dökülüyor.

Romanın en can alıcı noktası ise kesinikle son cümlesi, ki bunu söylemeden geçemeyeceğim, ya da durun, geçeceğim, alın okuyun efenim!


Not: Bundan gayri bir yıldızlama sistemi kurmaya karar verdim veee kitabımıııııız:




1 Temmuz 2012 Pazar

Vincent Van Gogh - Theo'ya Mektuplar

Van Gogh Alive sergisine gidip oradaki tuzlu gift shop'tan edindiğim mektuplar dizisini üç haftalık uzun ve yayvan bir süre içinde bitirdim. Bu uzun okuma süresinde - neden uzun südüğünü anlatacağım - Van Gogh'un kim olduğunu tam olarak anladığımı söylemem çünkü kendisinin 20 yaşından intihar ettiği yıllara kadar bir filiz gibi serpildiğini (!), düşünce ve bakış açısı bakımından, bir yandan da intiharına yakın sürede yeniden bir çocuk gibi korkularına kapıldığını, hem de sadece para yüzünden!, gördüm. Bu da beni Van Gogh'un resim yapmayı sevdiği için mi yoksa resim yaparak kendini kanıtlamayı hedeflediği için mi sanata, resime ilgi duyduğu konusunda biraz şüpheye düşürmedi değil. Onun yeteneğine, mektuplarına pek iyi de yansıtmadığı, yansıtamadığı iç dünyasını resimlerine nasıl yansıttığını, hele deliliğin somut bir kanıtı olduğu konusunda diyecek tek bir söz bile yok, lakin kitabın arkasında yazan "yazar Van Gogh türkçe'de" beni pek de tatmin etmedi anlayacağınız.

Şimdi Van Gogh'u kardeşine yazdığı mektuplardan ve benim gözümden bir tanıyalım:


20 yaşından itibaren Theo'yla mektuplaşmaya başlayan Vincent'ın o yıllarda, ki bu mektuplar kitapta "İlk Yıllar" olarak tanımlanmış, dine özellikle İncil'e büyük bir ilgi duyduğunu görüyoruz. Sürekli İncil'den alıntılar yapan deli ressamımız kitaplara da pek meraklı. Resimle uzaktan yakından alakası yok diyemeyiz; sergiler, ressamları ve eserlerini inceliyor ve bir hayli fikri de var onlar hakkında, lakin ressam olmayı henüz aklının ucundan bile geçirmiyor. Zira onun aklında daha sonradan yobazlar yüzünden uzaklaşacağı din var; bir din adamı olmak istiyor. Bu yüzdendir ki sürekli bir "İncil'de ne yazar bilirsin Theo'cuğum..." havası hakim kitaba.  

"Doğanın güzelliklerini duymak, hatta çok derinden duymak bile, dinsel duygu ile aynı şey değil, ama bu ikisinin birbirlerine çok yakın şeyler olduklarına inanıyorum." diyor çılgın ressamımız ilk yıllarında. Bu onun, aslında doğa ile din arasındaki o ince çizgide olduğunu lakin içindeki büyük inançtan dolayı henüz doğa tarafına geçmeyi bastırdığını gösteriyor kanımca.

Bu düşüncelerin arasında Vincent, faydalı olamama kaygısıyla birlikte, bir din adamı olma kararı alır ve bunun eğitimini almayı hedefler. En büyük korkusu ailesine, geçmişine, şimdiye ve dünyaya faydalı olamamaktır ve bu dini bir "kariyer" çizdiğinde de resme yöneldiğinde de onun için her zaman önplanda olacaktır. 

Bütün bu "ne olacağım ben yahu" kaygıları arasında ressam efendi aşk maceralarına atılır. Lakin onun macerası platonik olmaktan ileri gitmez çünkü sevdiği ilk kadından olumlu yanıt alamaz.
Kızıl sakallı Vincent Van Gogh

Vincent ressam olmaya dinden uzaklaştıkça, daha çok doğaya inanıp, -belki de- yobazların dini mahvettiğini gördüğünde karar verir. Tanrı'ya sanatla ulaşmayı hedefler ve benim tanımadığım Millet ve daha bir çoğu gibi ressamlardan bolca söz etmeye başlar. Bir kaç ressamla da yazışır, hatta bir tanesiyle dost olur ama daha sonra, kanımca aksi bir adam olduğundan, onunla arası bozulur.

Bu arada unutmadan, Van Gogh kardeşi Theo'nun eline bakıyordu, kitabı okurken, hatta, bazen Theo'ya sadece para göndersin diye mektup yazdığını da düşündüm. Hatta ileriki satırlarda sizi bir süpriz bekliyor.

Böylece doğayı izlemeye koyulur Vincent. Onu tüm gerçekliğiyle yansıtmak, tanımak ister. Sadece dümdüz duran bir adamın portresini değil de, onu iş, hareket halindeyken resmetmeyi tercih ederdi Vincent bu dönemlerde. Bir de eklemem lazım, bu dönemde bir fahişe ile yaşamaya başlar ve ilk Theo para göndermeyecek yufus yusufluğu bu zamanlara rast gelir. Fakat bizim saftirik Theo para göndermeye devam eder (tamam iyi niyetli, tamaaaam).

Zamanla tablo satışısı olan Theo da ressam olmaya karar verir ve uzun, sıkıcı, resim ve renk dolu mektuplaşmaları başlar. Açıkçası bu noktalar bana biraz sıkıcı geldi. Vincent iyi bir ressam olabilir fakat kendisinin de sürekli övdüğü Emile Zola gibi kelimelerle resim çizemiyor malesef. Görüntüsü tam olarak gözümün önüne getiremediğim renklerden bahsediyor, adını bilmediğim dağlardan vesaire... Satır aralarında Theo olmasa ne yapacağını, bütün bu resim için gereklimolan malzemeleri karşılayamayacağını, ama bunların en kısa sürede ve en etkili şekilde ikisine de dönüş yapacağını ekliyor. Mektupların sonu çoğunlukla "İnan bana... Ellerinden sıkarım"

Çok uzatmadan, çılgın ressamın Avrupa turlarından sonra "Sarı Ev'ine taşınıp, burada bir ressam arkadaşıyla en verimli dönemlerini, sanatına en güvenen ve inanan dönemlerini yani, yaşadığına inandığım zamanlara geliyor. Bu dönem tam ruhsal krizlerin başlamadan önceki zamanlara denk geliyor. Bu zamana kadar Vincent Hollanda'yı karış karış dolaşmış, en iyi ışığı aramış, sonunda da güney'e inmeye karar vermiştir.

Vincent amca, kanımca, kulağını kestikten sonra
Ve birden, nasıl olduysa, Güney'in "havasındanmış", Theo'nun nişanlanacağını duyunca, sinir krizi geçirir, ateşlenir, düşüncelerinin gazıyla kulağını keser ve genelevde çalışan bir kadına "hediye" olarak gönderir. Bunu neden yaptı şımarık efendi bilir misiniz? Theo evleniyor ya, şimdi buna para gönderemezmişmişmiş, bu da resim yapamazmışmışmış!!!!!

Theo tabii ki öyle bir şey yapmayacaktı, ama bizim yalnızlığa, melankoliye meraklı ressamımız bu fırsattan istifade bir çılgınlık yapmış. Hastaneye yatırıldıktan bir süre, bir veyahut iki yıl, sonra da intihar eder.
Aslına bakarsanız Van Gogh ilk yıllar ve Hollanda'da yazdığı mektuplarla bir manyak, bir deli imajı yaratmıyor. Her insan gibi içinde bir kaygı taşıyor ve bu kaygının üzerinde biraz fazla duruyor evet, ve inandığı şeyle dört elle sarılıyor. Düşünün kendisi bile bir kadınla sevişmemnin boşa enerji kaybı olacağını, onun yerine resim yapmanın daha faydalı olduğunu söyleyen bir insan. Bu, yani, onda bir saplantı haline gelmiş, korkuları da onu kulağını kesmeye itmiş.

Kitaba gelirsek eğer beyfendinin hayatını bir kenara bırakıp, uzunlukları değişen mektuplar kitabın ortalarına doğru çok sıkmaya başlıyor dediğim gibi. Gerek uzun tablo tasvirleri, gerek tanımadığım bir sürü kişi ismi kirabın yarısından fazlasını çekilmez bir hale sokmuş. Bunun başlıca nedeni kanımca çok öznel bir kitap olduğudur. Sonuçta mektup bu abi! Aralarındaki muhabbeti, hele ki uzak olduğum insanlar ve sanatın yoğun olduğunu muhabbeti, anlamakta zorluk çektim!

Sabrınız varsa okuyunuz efenim.