30 Haziran 2011 Perşembe

Yazlık - Gülse Birsel

yeşil Yazlık
Gülse Birsel’i bilirsiniz, Avrupa Yakası’nda çok donuk bir karakter gibi gözüküyordu, yani demem o ki çok tek düze. Ama buna rağmen çok severdim onu, hala da çok seviyorum ve yeni kitabı Yazlık’ı görünce de baya bir sevindim, çünkü aklımdan uçup gitmiş kitap yazdığı.


Yazlık oturup yazılmış bir kitap gibi durmuyor. 7 bölüme ayırmış sevgili Birsel bu şahane kitabı ve o 7 bölüme de başlıklarına uygun olarak eski gazete köşelerini yerleştirmiş, çok da iyi yapmış!
Sayfalar akıp gidiyor ve her zaman ki gibi minik kahkahalar atıyorsunuz kitabı okurken.
pembe Yazlık
Kitabın üzerinde fazla durmayacağım çünkü zaten köşe yazıları ve o günlerin konularına göre yazılmış ( yine de günceller ve okurken gülüyor, gülerken düşünüyorsunuz). Asıl hakkında yazmak istediğim “şey/kişi” Gülse Birsel, zira kendisine yine hayran bırakmıştır.
Mizahçı olmak zor iş bizim ülkede bilindiği üzere, bir de Gülse yetinmemiş kadın mizahçı olma yolunda ilerliyor. Sabah gazetesinde yazıp gerçi bazı iğneleyici laflarda bulunması beni tedirgin etmedi değil veya biraz ürkekçe bir davranış gibi, ama kadın yine de lafını sakınmıyor be kardeşim!
Edebi bir tat verdiğini söyleyemem kitabın, ama Gülse Birsel ideal kadınımdaki büyük bir parçaya cuk diye oturuyor.
özlemedik mi şimdi!
Tavsiye ediyorum, kitabınız yoksa ve değişik bir tat arıyorsanız, gülmek de istiyorsanız şu gri, güneşsiz yaz günlerinde, durmayınız efenim hemen gidip bir “Yazlık” kapınız! Hem de pembe ve yeşil seçenekleri de mümkün!

18 Haziran 2011 Cumartesi

Otomatik Portakal

Bir Alex düşünün. Çok yakışıklı bir çocuk olsun bu, yaşına göre felaket çekici. Ama bir o kadar da iğrenç olduğunu düşünün. Sevgili 3 kankası ile birlikte sokaklara dehşet dağıtıyorlar ve bunu gerçekten “dehşet” olarak görüyorlar. Kendilerine argoyla Çingene dili karışımı bir dil yaratmış ve hep bunu kullanıyor olsunlar. Dikizlesinler mesela bir insanı görmek yerine, ağlamak yerine ühü ühü ühü yapsınlar ve kavgalarda yumruklar değil de zumzuklar konuşsun.


Alex'imiz.

Bu yeri geldiğinde muhteşem beyefendi olan 4 çocuk yeri geldiğinde yüzüne bakmak bile istemeyeceğiniz birilerine dönüşsünler. En masum hallerini takınarak evli bir çiftin kapısında YUVA yazan evlerine girsinler, bir arkadaşım hasta, yardım edin diyerek, ve adamı dövsünler deli gibi, yazdığı romanı, Otomatik Portakal’ı, yırtsınlar, ona dönüşmelerine ramak kalmışken ve yazarın karısına tecavüz etsinler sırasıyla… tabii bundan önce bu suçun yanında devenin yanındaki pire gibi bir suç olan hırsızlığı da unutmamak lazım.
Bu noktada biraz şaşkınlık da ekleyin kendinize ve bizim Alex’in iki “çıtır”ı eve atıp onlara da tecavüz etmesine şaşırın. Kankaları ile birlikte bir moruğu dövmelerini de ekleyin hafızanıza ve oradan da onların bu suç defterine bir yenisini eklemek üzerinde oldukları bilin. Evet, bizim Alex’imiz ve her an ona satışı koymak üzere olan 3 kankası, yaşlı bir kadının evine gidip de onu soymayı planlıyorlar. Ama ne yazık ki işler planladıkları gibi gitmiyor, Alex yaşlı kadının kafasına taşla vurunca, bir çok kez girdiği hapishaneye yeniden giriyor. Hem de henüz 15 yaşında!
Otomatik Portakal film afişi
Meraktan çatlamak üzereydim bunu öğrenene kadar. Alex’in küçük olduğunu kestirebiliyordum (çakozlayabiliyordum) ama 15 gibi bir yaş beklemiyordum. Şaşkınlığım, kitaba ve Alex’e merakım daha da artmıştı. İşte o 15 yaşında, bulaşmadığı suç kalmamış, bunların hepsini kendisine zevk ve mutluluk verdiği için yapan bir çocuk.
Atlamadan söylemem gereken bir nokta daha var: Alex klasik müziğe bayılıyor. Geceleri suç işleyip odasına (inine) kapandığında yaptığı tek şey diğer apartman sakinlerini ve ailesini umursamadan son ses klasik müzik dinlemek.
15 yaşında bilmem kaç yıllığına hüküm giyen Alex hapishanede iki sene geçirdikten sonra yeni bir proje ortaya çıkıyor: bu projeyle birlikte mahkumları tedavi edip “iyilik” yapan insanlara çevirmeyi planlıyorlar. İlk denekleri de hapishanede bir cinayet daha işleyen Alex oluyor. Aslında Alex’in kibar ve masum gibi davranıp erkenden hapisten çıkma gibi bir planı olsa da bu tedaviyle birlikte yalnızca iki hafta içinde normal hayata dönebileceğini öğreniyor ve bu iş onun işine daha da çok geliyor doğal olarak.
Velhasıl-ı kelam Alex beyaz bir binaya götürülüyor şık pijamalar veriliyor yiyecekler on numara vesaire. Hatta birde film izleyeceği söyleniyor ki Alex’e artık onun hayatına diyecek yok!
Alex'e zorla film izletiyorlar, demiştim.
Bundan sonra hikayeyi anlatmak değil, hikayenin amacına dokunmak isterim. Alex’e izletilen filmler şiddet filmleri ve fonda da klasik müzik kullanıyorlar. Filmler gerçek olaylardan çekilmiş olsa ki Alex hep kameraya gerçek kan sıçradığını söylüyor. Bu filmleri 2 hafta boyunca zorunlu bir şekilde izledikten sonra artık Alex suç işlemeyi düşündüğü an vücudunda bir hastalık hissediyor ve “otomatik” olarak iyi şeyler düşünmeye ve yapmaya çalışıyor. Başkasının bir başkasını dövdüğünü gördüğünde bile hastalanıyor… aklına kötü hiçbir şey getiremiyor… gördüğü güzel bir kızla bile sevişmeyi düşünemiyor veya ona vuran polise el kaldıramıyor, sadece ağlıyor. Eklemek gerekirse bu proje hükümetin hazırladığı bir uygulama oluyor. Onlara göre suç oranı düşerken, insanların kendi istedikler gibi düşünmelerine neden oluyorlar ve bunu en doğal şeymiş, yani iyilik yapmak’mış gibi gösteriyorlar. Bir anda bütün insanı iyilik yapmaya programlayacaklar, yani onları birer otomatik portakal’a çevirecekler. Aynı zamanda polislere veya kendilerine herhangi bir müdahale olmayacak. Böylece hükümet yaklaşan seçimlerde devrilmemek için Alex’i kullanıyorlar. Lakin Alex de bir gün muhalif tarafın eline geçiyor ve bu sefer de onlar Alex’i kullanıyor. Müzik dinleyemeyen, sanattan yoksun bu 17 yaşındaki çocuk politikacıların eline oyuncak oluyor ve en sonunda kendini bir binadan atmakta buluyor çareyi. Lakin bu onun için kaçış değil, bir umut oluyor ve Alex yavaş yavaş eski haline geliyor. 19 yaşına geldiğindeyse şu 4 senelik yaşamına ait olmadığı kanısını getirip normal birer yetişkin olma gereği duyuyor.
Düşünecek olursak, ilk başta Alex’e uygulanan tedavi gayet mantıklı geliyor. Çünkü mahkumlar hem hapishane gibi bir rezalette çürümeyecekler hem de tedavi edilecekler. Fakat galiba seçtikleri yöntem yanlış olacak ki (resmen bir başka işkence) bu tedavi Alex’i daha da beter bir hale sokuyor. Hem de en sevdiği şeyden, müzikten alıkoyarak.
1984’ü hatırlarsak orada da hükümet bir şekilde ele geçiriyordu insanı. Otomatik Portakal’ın ondan tek farkı zayıf kesimden başlıyor olması yani mahkumlardan. Ki onlar zaten sevgi eksikliğinden veyahut başka sebeplerden dolayı daha da uygunlar yontulmaya, Otomatik Portakal’ın hükümeti bu fırsatı hemen değerlendiriyor.
1984 gibi toplumu tümden ilgilendiren olayların yaşandığı romanları seviyorsanız, buyurun size yine müthiş bir kitap.

17 Haziran 2011 Cuma

Baba ve Piç

Aslında çok önceden okumam gereken bir kitabı bitirdim, pişman mıyım daha önceden okumadığıma, hayır değilim. Okusam heralde bu kadar çok anlamlı olmazdı benim için, içinde anlatılanları düşünecek zamanım yoktu çünkü.
Uzun tasvirli romanlardan hep uzak durmaya çalışmışımdır. Yazar, sanki herhangi bir odanın atmosferini sıka sıka 3 sayfada anlatmıştır, utanmadan bunu edebi eser diye de karşımıza sunmuştur. Çok kızarım böyle yazarlara, e adam derim, azıcık da insan ruhunu anlat. Tamam Maral’cığım der, oturur anlatır, ama bin beteri!
Fakat Baba ve Piç, okuduğum en akıcı – uzun tasvirli roman. Elif Şafak’ın üstün yeteneği karşısında yine şapka çıkarmak zorunda kaldım, içimdeki binbir özenmeye, kıskançlığa biraz da gurur katarak. İstanbul’u sadece görerek kendi içimde içime anlatırım, insanlara bu şahane güzelliği aktaracak yeterince kelimem yok. Fakat, romanda İstanbul’un atmosferi diğer tüm topraklardan ayrılmış, özene bözene seçilmiş sanki her kelime onu anlatırken. Kitabın sayfalarını çevirdiğinizde, diyelim San Francisco’yu anlatan bir bölümden İstanbul’a geçtiğinizde en ufak hücreniz bile titriyor, hissediyor bunu, İstanbul’u soluyorsunuz.
Herşey tam dozunda ayarlanmış sanki. Bir mekanı anlatırken Elif Şafak, en doğru cümleye koymuş noktayı. Ne bir eksik ne bir fazla. Olayın nerede, nasıl bir ortamda geçtiğini anlamamız için abartısız yerli yerinde betimlemeler var. Aynı durum kişilerin ruh halleri için de geçerli: örneğin Asya’nın ruh halini anlattığı konuşma tam yerinde noktalanmış. Fakat eklemem gereken bir nokta var ki Cafe Kundera’yı anlatırken sanki biraz sıkmaya yol almış. Tek kusur olarak gördüğüm bu nokta ise Kundera’nın kim, nasıl bir yazar olduğunu merak etmeme yetti.
Konuya gelince: İlk başta, bunların hikayesi nasıl birleşecek diye kendi kendime sorduğum, genelde kadınların önplanda olduğu kalabalık iki ailenin hikayesi anlatılıyor. Çağdaş romanda geçmişi irdeleyen, geleceğe ise doğru bir ışık tutan Şafak, Ermeniler ile Türkler arasındaki bağları, farklılıkları, aynılıkları, kısaca yüzyıllar boyu aynı çatı altında yaşamış, fakat dünyanın içine girdiği bir telaşın sonucu birbirlerine düşman kesilen bu iki toplumu anlatmış. Asya, Türk “tarafının” geçmişini bilmeyen, merak etmeye korkan yeni nesil kızı; Armanuş, Ermeni “tarafının” geçmişine bağlı, geçmişinin soruları içinde kaybolmuş yeni nesil kızı. Daha çok Türk “tarafının” ailesi anlatılmış çünkü onlar kendi içlerinde o kadar çok farklı kişilik sergiliyorlar ki farklı tatları mantıklı nedenlerle duyumsamayı mümkün kılıyor.
Zamanında içi tesadüflerle dolu bir roman okumuştum, bir psikoloğun hayatıydı, kendisine gelen 3 tip hasta vardı ve en sonunda bunların birbirleriyle alakalı oldukları, hoş tesadüfler zincirleriyle birbirlerine bağlı olduklarını anlatıyordu. Aynı tesadüfler Baba ve Piç’de de çıktı karşıma ama öncekinden katbekat etkili… 1915’de yaşanan bir olayın 2005’te farklı toplumları bir araya getirmesine tanıklık ettim.
Hani hep derler ya zekce kurgulanmış bir öykü diye, Baba ve Piç de aynen öyle. Zekice kurgulanmış, dokunaklı bir hikaye hem de o kadar yüce ve doğru mesajlarla dolu, insanların binbir çeşidi öyle büyük bir başarıyla gözlerimizin önüne seriyor ki hayran kalamamak mümkün değil.

Sineklerin Tanrısı

Bir değişiklik istediğinizde, tanımadığınız birinden, hiç duymadığınız bir hikaye dinlemek istiyorsanız, üstüne okumayı da seviyorsanız ilk durağınız bir kitapçı olmalı. Bu hissiyatlar içerisinde bir kitapçıya girdim ve 5 dakika geçmeden aradığım şey beni kendine çekti: Adaya düşmüş, yaşları 6 ile 12 arasında değişen çocukların hikayesi, tanımadığım bir yazar tarafından anlatılıyordu.

William Golding’in çocuk masalı gibi başlayan bu romanı, sayfalar geçtikçe bir gerilim romanına dönüşüyor. Öyle ki çocuk da olsa insanın cenneti andıran bir adayı nasıl cehenneme çevirebileceğini görüyorsunuz. İnsanın içindeki pazarlığın, hırsın, rekabetin daha masunluğun simgesi, saflığın sembolu olan “küçüklük”ten ileri geldiğinin en büyük kanıtı.

Tek ortak özellikleri oyun oynamak olan 20den fazla çocuk, kendilerini bir denizkabuğu ile çağıran Ralph’ı kendilerine “şef” seçerler ki o yaştaki bir çocuktan ne kadar “şeflik” iradesi bekleriz o açlık ve yalnızlıkta orası muamma. “Büyükler” olmaksınız şef olması Ralph’e çok eğlenceli ve sorumluluk yüklü bir görev gibi geliyor ki bazen bu yüzün altında da eziliyor. Domuzcuk, Ralph’in fikir babası, aydınlığın, aklın bir simgesi oluyor. Adada her şey mükemmel gidiyor, taa ki kendini “avcı” olarak nitelendiren, o yaşta öldürmekten büyük zevk alan Jack Ralph’ı baş düşmanı belleyene kadar… Dış dünyada yaşanan büyük savaşın bir “küçüğü” çocuklar arasında yaşanmaktadır ve bu zamanla Jack’in liderliğini kabullenen bu küçükler aydınlığın simgesi olan Domuzcuk’u ve ermişliğin, iyiliğin sembolü olan Simon’ı öldürmeleriyle sonuçlanıyor.

Romanın çevirmeni Mina Urgan’dan dinlediğim son söz ise okurken pek de yanılmadığımı gösterdi bana. Kitap aslında simgelerle, düşüncelerin birkaç sözle örtüldüğü – her roman gibi- bir hikaye olmuş. İnsanın içindeki kötülük uygarlıkla basıtırılıyor, çocuk da olsa bastırılmış bir kötülük insanın içinde barınıyor. Çünkü çocuk da olsa o bir insan. Belki daha saf duygulara ait olduğunun henüz kötülüğü iyiliği şekillenmemiş oluyor. Fakat Golding’e göre her doğan insan içinde bu yüce, iki zıt duyguyla gözlerini açıyor dünyaya. Çevirmenin son sözü olmasa bunları da dile getiremezdim heralde.

Şiddetle tavsiye ediyorum bu romanı.

Güzeldi, iyiydi, okunuyordu derim çoğu kitap için ama Sineklerin Tanrısı için bu kadarı yetmez. Okumak gerek.